Giriş
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sözü edilmeye başlanan ve zaman ilerledikçe din arenasında giderek popülerleşen “dinler arası diyalog” kavramı, günümüzde ülkemizin ve hatta dünyanın geleceğini etkileyebilecek siyasi bir kavram haline gelmiştir. Bu kavramın din ve siyaset alanında önem kazanmasının temel nedeni ise Katolik kilisesi ile Protestan kiliseleri başta olmak üzere Dünya Kiliselerini destekleyen devletlerin kapalı kapılar ardında yaptıkları “yeni düzenlere” dayanmaktadır.
Bizler de bu bildiride “diyalog” düşüncesi ve faaliyetinin ardında neler olduğuna işaret etmeye çalışacağız.
Diyalogun Arka Planı
21. yüzyılda dünya insanı, bir önceki asırdan gelen teknolojik çılgınlıkla baş edemeyecek hâle gelmiş ve her alanda birtakım değişikliklere gitmek durumunda kalmıştır. Öyle ki siyasal, dinsel ve küresel alandaki dev şirketler, çağa ayak uydurmaya yönelik birçok eyleme başvurmaya başlamıştır.
Son yüzyıllarda yaşanan bilimsel gelişmeler, modernleşme ve kapitalizmin egemenliği ideolojilerin işleyişlerini ve çalışma metotlarını etkilemiştir. 20. yüzyılın başlangıcında dünyada meydana gelen siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal değişimler, Katolik kilisesi başta olmak üzere Hristiyan kiliselerini birtakım faaliyetlere sevk etmiştir. Bu durumu, iki nedene dayandırmak mümkündür: Birinci neden; II. Dünya savaşı sırasında Almanya’nın göstermiş olduğu insanlık dışı uygulamalar sonucunda Hristiyan dünyasının, özellikle de Avrupa ülkelerinin, söz konusu konumlarını ve topyekûn içine düştükleri “sevimsiz” ve “itici” şartları düzelterek durumu kendi lehlerine çevirme ve böylelikle birtakım girişimlere koyulma gayesidir. İkinci neden ise; yine II. Dünya savaşından sonra dünyanın iki bloğa bölünmesiyle ortaya çıkan Soğuk Savaş’ta, Sovyet Paktı’nın Komünizm propagandasına karşı diretilen sanayileşme sebebiyle maddi ve manevi değerler açısından bozulan Batı insanını koruma gayesidir.
Öncelikle; birinci nedenle bağlantılı olarak Katolik kilisesi, Almanlar için Yahudilerden özür dilemek adına bir girişimde bulunmuştur ve bu davranış dünya kamuoyunda takdirle karşılanmıştır. Bu durumdan itibar kazanan kilise, ikinci nedene bağlı olarak bütün kiliseler arasında mevcut düşmanlıkları ve anlaşmazlıkları gidermek ve bazı alanlarda “işbirliği” yapabilmek amacıyla zaman kaybetmeden işe koyulmuştur. Bu amaçla 1962 -65 yılları arasında gerçekleştirilen II. Vatikan konsilinde ele alınan kararları kabul etmiştir. Yaklaşık 700 sayfa civarında tutan konsil kararlarında; Batı toplumunun korunmasına yönelik yönergeler, ideal bir Hristiyan ailesinin taşıması gereken özellikler ve Hristiyanlığın nasıl daha verimli yayılabileceği (Evangelizasyon) ile ilgili kararların yoğun olarak yer aldığı görülmektedir. Buna karşın yalnızca 4-5 sayfalık bir metinle oldukça yüzeysel olarak değinilen Hristiyanlık dışı dinlerle ilişkiler konusu, kamuoyunda daha da önemsenmiş ve ön plana çıkartılmıştır.
Konuya karşı dünyanın gösterdiği ilgiden mutlu olan Kilise, “Diyalog” meselesini daha da genişletmiş ve bununla ilgili bir dizi faaliyete girişmiştir. Söz konusu faaliyetlerde diyalog kavramı ile kilisenin kabuğunu kırması, dış dünyaya açılması ve özelikle de Müslümanların gözündeki “saldırgan Hristiyan”, ”haçlı ordusu” imajının ortadan kaldırılması amaçlanmıştır.
Dilimize Yunanca “dialogos” kelimesinden gelen diyalog; “karşılıklı konuşma, iki veya daha fazla kişinin karşılıklı olarak konuşması” anlamına gelmektedir. Kavram olarak diyalog, “farklı ırk ve kültürlerden insanların, medeni ölçüler içerisinde birbirleriyle konuşması ve anlaşması yoludur.” Kelimenin dinler tarihindeki anlamı ise; aynı dinden kaynaklanan gruplara benzer şekilde birbirinden farklı dinlere mensup insanlar arasında da inanç ve düşünceleri zorla kabul ettirme yoluna gitmeden uzlaşılması ve karşılıklı hoşgörüye başvurarak ortak meseleler etrafında konuşulabilmesi, tartışılabilmesi ve işbirliği yapılabilmesidir. Tabii ki bu tanım, resmî olarak açıklanan ya da konuyla ilgili kaynaklarda okuyucuya sunulan içeriksiz özel bir anlatımdır. Yani söylemeye çalıştığımız şey şudur: Sadece bu tanımlara bakarak diyalog, hoşgörü veya dinler arası diyalog çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmamız ne yazık ki mümkün değildir. İşte bu nedenle konuya dair açıklayıcı tanımları yetkili ağızlardan ele alacağız ve dinler arası diyaloğun pratik uygulamalarda nasıl gerçekleştirildiğini kendi sözlerimizle açıklayacağız.
İslam düşmanlığını diyalog ve hoşgörü kavramlarının arkasına saklayan Katolik âlemi, bu konudaki düşüncelerini tarih boyunca en etkili ağızlarının demeçleriyle ortaya koymuştur. Şimdiki Papa II. John Paul Carol Wojtyla, 2000 yılına girildiği günlerde (24 Aralık’ta kendi bağlılarına hitaben) yayımladığı bir bildiride “Birinci bin yılda Avrupa Hristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Afrika ve Amerika Hristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda Asya’yı ve tabi ki Türkiye’yi Hristiyanlaştıralım!” diyerek nasıl bir maske taktıklarını ortaya koymuştur. Vatikan Hristiyan Olmayanlar Sekreteryası Sekreteri Piyetro Rossano, Türklerle ve Müslümanlarla girişilen diyalogdan neyin kastedildiğini şu ibretlik cümlelerle bakın nasıl açıklamıştır: “Diyalogdan bahsettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncili öğreten bir kurum olarak yapıyoruz. Kilisenin bütün faaliyetlerinde olduğu gibi diyalogda da amaç, Mesih’in sevgisini ve sözlerini nakletmeye yöneliktir.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere diyalog; kilisenin, İncil’i yayma amaçlı misyonunun bir parçasıdır. II. John AUL 1991 yılında yayınladığı “Kurtarıcı Misyon” isimli genelgesinde az önce bahsettiğimiz tanıma yakın bir tanım yapmaktadır: Dinler arası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürmeyi amaçlayan misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon, aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlerden olan insanlara yöneliktir.”
Dinler arası diyalog fikrinin fikir babası Louis Massignon da “Müslümanların her şeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. İntihar ve anarşi için olgun hâle geldiler.” demektedir.
1973 yılında sekreteryanın sekreterlik görevine getirilen Rosanna, Hristiyan olmayanlarla yaşanan diyalogdan neyi kastettiklerini ise şöyle ifade etmektedir: “Bu faaliyetleri, kilise şartları ve çerçevesi içerisinde İncil’i öğreten misyoner bir kurum olarak yapıyoruz. Diyalog, kilisenin İncili yayma amacı taşıyan misyonunun içerisinde yer alıyor.”
Bu sekreteryanın ilk başkanı olan Kardinal Morella, konsil babalarına gönderdiği bir mektupta amaçlarını açıklarken şu ifadeleri kullanmaktadır: “Misyoner faaliyetlerini kilise adına yürüten kurumların çalışmalarına destek olmak, kanunen misyonerliğin yasak olduğu yerlerde bu kurumlara yardımcı olmak ve ortaya çıkan boşlukları doldurmaktır.”
Bir başka Kardinal Joseph Radzinger ise diyaloğu, papalığın üç esaslı misyonunun bir parçası sayarak kilisenin bünyesindeki misyonerlik faaliyetleri olarak tanımlamaktadır. Yani diyalog, tıkanan Katolik ideolojisinin önünü biraz da olsa açmak için geliştirilen modern kavramlardan birisidir.
Papa VI. John Paul’un, 6 Ağustos 1964’te ifade ettiği “Kilisemiz bütün insanların mutluluğu içindir. Dinler arası diyaloğun bizim için anlamı, bütün insanları İncil’e ve kiliseye yani Hristiyanlığa ulaştırma yoludur.” sözleri, diyaloğun kavram tanımının dehşetinden sonra amacının dehşetini de gözler önüne seriyor.
Diyalogun Amacı Nedir?
Edinburg Üniversitesi İslami Araştırmalar Bölümü’nün kurucusu olan Sir William Muir 1897 yılında “Muhammedizm, Hristiyanlığın yegâne en tehlikeli düşmanıdır.” diyor ve “Yalancı peygamber (Hz. Muhammed), bizim karanlık ülkemizin Tanrısı olabilir mi? sorusuyla İslam’a olan öfkesini kusuyor. Hristiyan âlemi, yıllarca bu tarz söylemlerle Müslümanlarla aralarına aşılması imkansız diyebileceğimiz engeller koymuştur. İşte misyonerlik faaliyetlerinin bu nedenle tıkandığı noktada diyalog kavramı bulunmuş ve daha önce de belirttiğimiz gibi 1962-65 yılları arasındaki II. Vatikan konsilinden sonra bu faaliyet büyük bir ivme kazanmıştır. Misyoner olarak çalışma zorluklarını gören Katolik idoolojsi, kendi tıkanmışlığının önünü açabilmek için bu kavramı icat etmiş ve misyonerlik olgusunu saklamayı başararak diyalog denen yeni ve modern kavramı devreye sokmuştur. Vatikan’ın en etkili ağızlarından da doğrulandığı üzere misyonerlik ile diyaloğun amacı ve sonucu aynıdır.
Konunun diğer bir boyutu da bu işin içerisinde yer alan küresel güçler ve Evangelist zihniyetidir. Hristiyan-Yahudi ortaklığı ve III. Dünya ülkesi olarak adlandırılan ülke ile ülkelerin halklarını daha rahat sömürme çalışmaları da bu işin bir parçasıdır. Amaç küresel bir krallık için tüm engellerin kaldırılmasıdır. Bunun en büyük delili ise, söz konusu faaliyetler için gerekli olan milyar dolarlık masraf faturalarını karşılayan dev şirketlerdir.
Vatikan kendi yayınladığı “Kateşizm” kitabında diyaloğun tek amacının İncil’i tanıtmak olduğunu yazar. Bir başka Vatikan yayını “Bütün insanlar İsa’ya döndürülmeli, vaftiz olarak kilisede birleştirilmeli ve onun vücudu olan kiliseye gitmeliler. Yollar, metotlar, usuller değişir; nihai amaç ise değişmez. Bütün insanları Hristiyanlık dinine sokmak amacımızdır.” demektedir.
Nihai hedefin Hristiyanlık çatısı altında birleşmek olduğunu, dinler arasın diyaloğun mimarlarından Montgomery Watt, dinleri birleştirme projesiyle ” Modern dünyada İslam ve Vahiy” adlı kitabında da dile getirmektedir.
Diyalogdan Duyulan Endişelerin Haklılığı
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki misyoner ve diyalog çalışmalarında takip edilen yöntem, tüm endişelerin ana kaynağıdır. “I. Korintoslulara Mektup”ta (9/19-22) Pavlos, inancını yaymak için herkesle her şey olduğunu belirtmiş ve bugün bu metodu miras alan diyalogcular da aynı taktiği kullanmıştır. Daha açık bir ifadeyle Pavloscu mantık ve yaklaşım, diyaloğun şartları ve metodu değişmiş bir misyonerlik şeklinde görülmesine yol açmaktadır.
Diyalog sürecinde yer alan insanların devamlı olarak daha önce misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuş kimselerden seçilmesi de konunun bir başka tarafı olarak diyalogcuların asıl amaçlarının misyonerlik olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Diyalogdan duyulan en büyük çekince sebebi ise; diyaloğun yeni bir çeşit misyonerlik olarak algılanmasıdır. Bu gerçeği, yukarda değinerek yaptığımız alıntılarda da çok bariz bir şekilde görmek mümkündür.
J.B. Taylor da İslamo-Cristiano Dergisindeki bir yazısında; “Müslümanlar arasındaki misyonerlik çalışmaları diyaloğunun önemini ortaya çıkartmıştır. Burada söz konusu diyalog, misyonerliğe bir alternatif değil bizzat şartlara uygun misyonerliktir.” demektedir.
Bunun yanında Katolik başpiskoposu Antonio Jose Peteito Freine, 1990 yılında diyaloğu, çağın ayırt edici bir misyonu olarak görür ve II. Vatikan konsilinden sonra Katolik Kilisenin misyonunu icra etmek için diyaloğu seçtiğini belirtir.
Papa’nın Katolik Kilisesinin misyonerlik faaliyetlerini anlatmasını istemesi, AT’a Müslümanların alınmamasına dair görüşleri ve Dünya Kiliseler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik bölücü terörist faaliyetleri desteklemesi, diyalogdan endişe duyulmasına yol açmaktadır. Ayrıca PKK terör örgütüne Vatikan’ın yayın organlarınca destek olunması, Türk insanının diyalog faaliyetlerine karşı nefretle bakmasına neden olmuştur. Türk dünyasında da durum bundan farklı değildir. Tespit edilen stratejiler Orta Asya’da da aynı mantık örgüsü içeresinde uygulanmaktadır.
Bosna müftüsü Hüseyin Simayic’in 2000 yılında söylediği gibi “Şehitlerimizin üstüne kilise yapanlar hangi yüzle ve neyin diyaloğundan bahsediyorlar!” Buna karşın ne yazık ki bazı İslami düşünür ve yazarlar, Simayic kadar duyarlı olamıyorlar ve “Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.” tarzında gaflet ve delalet içeren sözler sarf ediyorlar.
“Muhammet Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk bölümünü ikrar eden kimselere, rahmet ve merhamet bakışı ile bakılmalıdır” diyenler artık oturup düşünmelidirler. Zira diyalog kavramının fikir babalarının ve fikrin uygulayıcılarının “Bizim çalışma metodumuz” dedikleri metot, bizi yok etmeye, mahvetme endeksli anarşi ve kaos ortamına sürükleyen bir metottur. Bu rahmet ve merhametle bakılabilecek bir hareket değildir. Artık aydınlarımız bu gaflet ve ihanetten vazgeçmeli, “Timsah gözyaşları” dökmemeliler!
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Dinler arası diyalog ve hoşgörü gibi kavramların arkasına sığınan Hristiyan kiliseleri ve özelikle Katolik kilisesi, nihai amacını değiştirmeyerek farklı yollardan misyonerlik vazifesini yerine getirmektedir. Onlar için, girdikleri ülkenin huzur ve sükunet ortamının bozulması, kaos ve kargaşanın hâkim olması, genç neslin yozlaşması ve inancından soğuması, toplumsal dinamiklerin bozulması gibi etkenler gayet normaldir. Hatta bunlar olmalı ki istedikleri bölge veya ülke, misyonerliğe daha da uygun bir hâle gelsin.
Küresel güçler, dev bütçeli şirketler ve sömürü düzeninin bekçileri de kiliseleri destekleyerek onlara maddi kaynak temin etmekte ve organize bir şekilde milletimize “ateşten bir gömlek” giydirmeye çalışmaktadır.
İşte bu nedenle dinler arası diyaloğa destek verenler, şapkalarını çıkartıp önlerine koymalı ve tekrar düşünmelidirler. Zira bu tarz faaliyetler başarılı olursa ülke bütünlüğümüz, barış ve sükunet ortamımız bozulacak ve gelecek nesillerimizi tamamen kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya geleceğiz. Sizlerin de anladığı üzere Türk milleti, çok tehlikeli ve istemediği bir oyuna dahil edilmeye çalışılıyor.
Yapılacak şey; bu şer odaklarının oyunlarını bozmak ve kendi inançlarımıza, ideallerimize ve kültürümüze sarılmaktır. Haydi gelin; birinci bin yılda Avrupa, ikinci bin yılda Afrika ve Amerika’nın Hristiyanlaştırılmasının aksine üçüncü bin yılda Orta Asya ve Türkiye’nin Hristiyanlaşmaması için güçlerimizi birleştirip birleşelim. Farklılığımız zenginliğimizdir diyerek bize rağmen bize biçilen bu şer odaklı oyunu bozalım. Unutmamalıyız ki Yüce Atatürk’ün de dediği gibi: “MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KUDRET DAMARLARIMIZDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR!”
Hikmet EREN
Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, Öğrenci İşleri Koordinatörü
Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Celalabat, Kırgızistan, 5-9 Haziran 2005