Başkasına ait bir toprağı yine başkasına vermeyi taahhüt eden ve benzeri olmayan bu deklarasyon, diplomasi tarihinin en utanç verici belgesi olma özelliğine sahiptir. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (FSMVÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, diplomasi tarihinin utanç belgesi olan Balfour Deklarasyonu’nun Filistin’in işgaline nasıl zemin hazırladığını kaleme aldı.
19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren dünyanın gündemini meşgul eden Siyonizm’in, yani sürgündeki Yahudi ırkının kendilerince vadedilmiş topraklara -Filistin’e- dönme ideallerinin 3 önemli aşaması bulunuyor. Bunlardan birincisi Avrupa’da ulus devletlerin şekillenmesi akabinde kendilerinden olmayan Semitik ırkı dışlama süreci yani antisemitizmin doğuşu ve buna karşı ortaya atılan Siyonist düşüncenin olgunlaşmasıdır. İkinci aşama ise bir Hristiyan Siyonist olan Laurence Oliphant (1829-1888) ile Siyonist Kongrenlerin öncülüğünü yapmış olan Theodor Herzl’in (1860-1904) Osmanlı Devleti nezdindeki başarısız girişimleridir. Her ikisi de Avrupa’da özellikle Doğu Avrupa ve Rusya’da istenmeyen ırk olarak kabul görmeye başlayan Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmeleri için Osmanlı Devleti’ne defalarca müracaat etmiş ancak isteklerine ulaşamamışlardır. Siyonizm’in üçüncü aşaması ise Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Siyonist aktivistlerin İngiltere’den almaya başardıkları Balfour vaadi veya deklarasyonudur.
Balfour vaadinin perde arkası
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupa Yahudi teşkilatları olağanüstü bir gayret göstererek Filistin’de devlet kurma düşüncelerini, dolaylı bir biçimde İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilaf Devletlerinin Osmanlı topraklarını taksim etme planlarına dahil ettiler. Bu maksatla oluşturdukları Yahudi Birlikleri ile bazı cephelerde sembolik olarak savaşa katılmış, Yahudi veya sempatizanı olan siyasetçilerin ön plana çıkmalarını desteklemiş, daha da önemlisi Yahudi sermayedarlar özellikle büyük dar boğaza giren İngiltere ekonomisini canlı tutmak ve savaşı finanse etmek için seferber olmuşlardır. O günkü şartları fırsata çeviren Siyonistler, kısa zamanda, o sıralarda tarafsız olan Cenevre, Bern ve Lahey’de birer istihbarat şubesi kurarak başta Avrupa olmak üzere Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikirlerini açıkça dillendirmeye ve dünyayı ikna etmeye başlamışlardır.
Ancak o dönemde bu konuda Batılı müttefikler arasında bir fikir birliği yoktu. İngiltere ve Fransa arasındaki görüşmelerde hatta 1916 Sykes-Picot görüşmelerinde de Filistin’e özel bir statü belirleneceği söylenirken, İngilizler bundan bağımsız olarak isyana teşvik ettikleri Şerif Hüseyin’e de Filistin’in de içinde olduğu bir Arap krallığı vadettiler. Dahası Eylül 1917’de Loyd George da bir taraftan Suriyeli bazı Arap ayrılıkçılarını diğer taraftan da Yahudi Ajansı temsilcilerini kabul ederek siyasi ahlaka sığmayacak bir biçimde taraflara ayrı ayrı vaatlerde bulundu. Bu durum Yahudi temsilcileri ile İngiliz siyasetçilerini sık sık bir araya getirdi. Dünya Siyonist Kongresi Başkanı Chaim Weizman, Sykes-Picot Anlaşmasının mimarı İngiliz diplomat ve Siyonist sempatizanı Mark Sykes aracılığı ile bir kere daha İngiliz hükümetinden istekleri konusunda aracılık yapmasını istedi.
Nitekim bu talebe karşılık olarak 2 Kasım 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un, Siyonizm’in ünlü hamisi Lord Rothchild’e daha sonra Balfour Deklarasyonu adını alacak olan bir mektup gönderdi. Mektupta şu ifadeler yer alıyor: “Majestelerinin hükümeti Yahudilere Filistin’de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Bu maksatla her ne gerekiyorsa yapılacaktır. Filistin’de yaşayan ve Yahudi olmayanların medeni ve dini haklarının zarar görmemesi için de azami gayret gösterilecektir. “Balfour Deklarasyonu adını alan bu mektubun yayımlanmasında kuşkusuz Lloyd George, Arthur Balfour ve Winston Churchill gibi İngiliz devlet adamlarının Siyonizm fikrine duydukları kişisel sempatinin yanı sıra dışişleri bürokrasisindeki Siyonist Yahudi bürokratların varlığı da önemli rol oynadı.
İngilizlerin geleneksel diplomatik yazışmalarına uygun muğlak ifadelerden oluşan bu mektubun içeriğini ve nasıl sonuçlar doğuracağını mektubu yazan da muhatapları da gayet iyi biliyordu. Başkasına ait bir toprağı yine başkasına vermeyi taahhüt eden ve benzeri olmayan bu deklarasyon, diplomasi tarihinin en utanç verici belgesi olma özelliğine sahiptir. Deklarasyonun içeriği Siyonistlerin arzularına bir cevap, onlara Filistin’de “ulusal bir yurt” sağlamak gibi masumane bir görüntü verse de genel olarak İngiliz, özel olarak da Avrupa siyasetindeki hipokrasinin zirveye ulaştığı örneklerdendir. Bu deklarasyon her ne kadar İsrail Devletinin kuruluşuna giden yolu açsa da aslında Avrupa’daki Yahudi karşıtlarının yani antisemitizmin ve Siyonist Hristiyanların gizli bir zaferi olması hasebiyle de değerlendirilmeye değerdir. Kaldı ki, bu deklarasyonda sözü edilen Yahudilerin dışında kalan ve ilan edildiği sırada bölgedeki nüfusun yüzde 93’ünü oluşturan diğer unsurların hakları asla verilmedi. Aksine malları, evleri, mülkleri hatta yurtları gasp edildi, dahası bir milyona yakın insanı mülteci konumuna düştü ve yüzbinlerce insan hayatını kaybetti.
Bir utanç vesikası
Bu belge, bütün dinlerin, filozofların, aklıselim siyasetçilerin ve masum insanların hayal ettiği dünya barışını rehin aldı. Ayrıca bölgede dört asır boyunca barışı temin eden Osmanlı Devleti’nin taksimine ve milyonlarca Filistinlinin mağduriyetine kapı araladı. Birkaç satırlık belge uluslararası hukuku, en temel hak olan can ve mal masuniyetini yok saydı. Avrupa’nın güçlü devletlerinin şahsında Balfour, kendilerine ait olmayan ve insanların yaşadığı bir toprağı başkalarına hibe ederek kolonyal aklın çirkinliğini de bu utanç vesikası ile ortaya koydu. Filistin halkının mağduriyeti karşısında dünyanın hala sessiz kalması ve bir çözüm üretememesi bu belgenin hedeflerinin tamamlanmadığının da bir göstergesidir. Bu yüzden bu belge bugüne kadar tartışıldığı gibi bundan sonra da tartışılmaya devam edilecektir.
Genel olarak Avrupa, özel olarak da İngiltere ve Amerikalıların vatansız kalan Yahudilere bir devlet kurdurma heveslerinin olduğunu söylemek tarihi bir yanlıştır. Zira böyle bir düşünce aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başlayan Yahudi soykırımının arka planını da inkar etmek olur. Bu yüzden Balfour Deklarasyonu uzakta bir Yahudi devleti kurmak kadar, 1450’lerden itibaren sistematik olarak Avrupa’dan soyutlanmaya çalışılan Yahudileri de oradan kovma hazırlığıdır. Başka bir deyişle Avrupa’nın iç meselesidir. Nitekim Balfour’un ürettiği belge, Siyonizm’in sempatik ambalajında antisemitizme sunulan bir zafere yol açtı.
Balfour Deklarasyonu daha sonra yapılan bütün barış görüşmelerinde bir çıban başı gibi kalacak ve bugüne kadar dünya barışının kurulmasına engel olacaktır. Daha savaşın sonunda müttefikler arasında çatışmalara sebep olduğu gibi bugün de sorun karşısında Birleşmiş Milletler’i (BM) çaresiz bırakmıştır. Avrupa Yahudilerine Filistin’de bir yurt tahsisi ve 1948 yılında İsrail devletinin kurulması bütün İslam dünyasını etkilemiş ve İsrail karşısında alacakları tavırlarda ihtilafa düşerek birlik umutlarını yitirmişlerdir. Osmanlı asırlarında 3 büyük dinin nezdinde mukaddes olan ve asırlardır yapılan düzenlemeler ile barış içinde yaşanılan Kudüs ve etrafında İsrail’in lehinde gelişen zoraki yapılanmalar ise dünyanın özlemi olan “ebedi barış”ı da imkansız kıldı. Kuşkusuz bu durum aynı zamanda kendi geleceklerinden emin olmayan Yahudileri ve İsrail’i normalleşme zemininden uzaklaştırarak bugünkü çatışma ortamını hazırlamalarına sebep oldu.
Prof. Dr. Zekeriya Kurşun
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (FSMVÜ) Öğretim Üyesi
Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği (ORDAF) Başkanı