Son 10 günde yaşanan gelişmeler özellikle İsrail’in Gazze’deki operasyonlarından ve Lübnan sınırındaki ölçülü saldırılarından öteye geçtiğini ve İran’la adı konulmamış angajman kurallarını ciddi biçimde ihlal ettiğini gösteriyor. Dr. Hakkı Uygur, özellikle son 10 gündür İsrail-İran arasında artan gerilimi kaleme aldı.
Hamas’ın gerçekleştirdiği 7 Ekim Aksa Tufanı’nın ardından bölgesel gerginlik ciddi biçimde arttı. Her ne kadar şu ana kadar en kötü senaryo gerçekleşmediyse ve konvansiyonel bir savaş çıkmadıysa da İsrail’in özellikle son 10 gündür İran ve Hamas’a karşı saldırılarını yeni bir aşamaya geçirdiği anlaşılıyor. Yalnızca 8 gün içinde İran’ın Suriye’deki en üst düzey askeri yetkililerinden ve aynı zamanda diplomatik kimliği de olan General Razi Musevi, Şam’daki evinde hava saldırısıyla öldürüldü. Yine Beyrut’un Hizbullah’ın etkili olduğu mahallerinden Dahiye’de Hamas üst düzey yetkililerinden Salih el-Aruri hava saldırısıyla hayatını kaybetti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından düzenlenen bir saldırı sonucunda 2020’de Bağdat Havalimanında can veren İranlı ünlü general Kasım Süleymani’nin ölüm yıl dönümünde memleketi Kirman’daki anma törenlerinde meydana gelen saldırıda 100’den fazla kişi hayatını kaybetti ve yüzlerce kişi yaralandı.
Bütün bunlar ciddi bir tırmandırma siyasetine işaret ediyor. Irak’ın başkenti Bağdat’ta ABD tarafından gerçekleştirilen ve Şii Nuceba Hareketi lideri Ekrem el-Kabi’nin yakın adamlarından Ebu Takva es-Saidi ve diğer bazı Haşdi Şabi komutanlarının hayatını kaybettiği saldırılar da ABD’nin bölgesel bir çatışma istemese de gerektiği takdirde İran cephesine karşı etkili adımlar atabileceğinin işareti. Son 10 günde yaşanan bu gelişmeler özellikle İsrail’in Gazze’deki operasyonlarından ve Lübnan sınırındaki ölçülü saldırılarından öteye geçtiğini ve İran’la adı konulmamış angajman kurallarını ciddi biçimde ihlal ettiğini gösteriyor. Kirman’daki saldırının sembolik önemi ve ölü kaybındaki yükseklik DEAŞ gibi taşeron terör örgütlerinin eliyle gerçekleştirilmiş olsa bile İsrail’in İran’ı ciddi biçimde çatışmaya çekmek istediğini açıkça ortaya koyuyor. Olayın vahameti nedeniyle İbrahim Reisi’nin çoktandır planlanan Türkiye gezisini ertelemesi ülke içinde farklı seçeneklerin masaya yatırıldığını ve Reisi’nin bu hassas günlerde ülkeden ayrılmak istemediğini düşündürüyor.
Tel Aviv’deki değişiklik taktik mi stratejik mi?
Her ne kadar 7 Ekim saldırısının bir dönüm noktası olduğu hususunda görüş birliği olsa da her dönüm noktası gibi bu da daha uzun vadeli süreçlerin etkisinden azade değil. Nitekim İsrail ve İran çatışması İran devriminin ilk günlerine kadar uzanıyor. İsrail geçen zaman içinde önce Hizbullah’ın kuzey sınırlarındaki varlığının güçlenmesine tahammül etmek zorunda kalmış, Arap Baharı’ndan sonra ise Suriye ve Irak tamamen Tahran’ın güdümüne girmişti. İsrail, başlangıçta işgaller ve iç savaşlarla zayıflatılmış Şii kuşağından doğrudan bir tehdit hissetmemiş, aksine böyle bir oluşumu ana akım İslam dünyası aktörleri karşısında ehvenişer olarak görmüştü. Yine de Yemen’de Husilerin iktidarı ele geçirmesi, Kızıldeniz saldırıları ve gemi alıkoymalarının da gösterdiği üzere İsrail’e ciddi darbe vuran başka bir gelişme oldu. 7 Ekim saldırılarının stratejik anlamı ve son 20 yıldır İran’ın elde ettiği bölgesel kazanımların Hamas üzerinden İsrail içine olan etkisinin boyutu düşünüldüğünde İsrail temel bir strateji değişikliğine gidebilir, nükleer silaha kavuşmak üzere olan Tahran’ı kesin olarak durdurmak için kendi “11 Eylül”ünü bahane olarak kullanabilir, bunun için provokatif adımlar atabilir. Böyle bir senaryo siyasi hayatı çatışmalara bağlı olan Binyamin Netanyahu için de can simidi anlamına gelebilir.
Netanyahu-Biden ikilemi
İsrail 7 Ekim’i takip eden günlerde Filistin’e karşı yürüttüğü saldırılarda ve uluslararası diplomasi alanında ABD’nin tam desteğini aldı ancak savaşı ileri cephelere yayma konusunda Joe Biden yönetiminden aynı desteği göremedi. ABD, hem İsrail’in başta Hizbullah olmak üzere Şii örgütlerin saldırısına orantısız yanıt vermesini engellemiş hem de Kızıldeniz’den Erbil’e kadar geniş bir coğrafyada kendisine yönelik çok sayıda taciz saldırısına ölçülü askeri yöntemler ve siyasi mesajlarla cevap vermeyi tercih etmiştir. Nitekim İran basınında çıkan ABD’nin Filistin ve Hamas konusunda Tahran’a bir mesaj gönderdiği iddiası ABD’nin yaşanan bütün olaylara rağmen küresel ittifak ve vekalet bağlantılarını da göze alarak İran’ı bölgesel denklemden çıkarmak istemediğini doğruluyor. Benzer şekilde nükleer faaliyetleri konusunda da Uluslararası Atom Ajansının uyarılarına rağmen Biden yönetimi hala ciddi bir karşı adım atmış değil, aksine İran’ın dondurulmuş varlıklarını gündeme getirerek daha çok “havuç” yöntemini kullanmak istediğini gösteriyor.
Tahran’ın kararı
İran’daki hakim anlayışa göre ülke devrim sonrası benimsediği İsrail ve ABD karşıtı politikaları nedeniyle büyük bedeller ödediyse de bölgesel etkinliğini modern dönemlerde görülmemiş ölçüde artırdı. Ağır yaptırımların neden olduğu yüksek mali bedeller ya da eski Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recai’den General Kasım Süleymani’ye kadar çok sayıda üst düzey yetkilisini suikast veya terör eylemlerine kurban vermesi bu uzun soluklu gerçeği değiştirmiyor. Dolayısıyla Tahran 2020’deki şok edici suikasta ince hesaplanmış bir füze misillemesiyle karşılık verirken sonrasında da başta Suriye olmak üzere Irak’tan Yemen’e üst düzey diplomat ve komutanlarının ölümüne de aşırı tepkiler vermekten kaçındı. Yine de İsrail’in son bir haftada gerçekleştirdiği saldırılar İsrail’in adeta “bütün tuşlara birden bastığını” gösteriyor. İsrail’in bu hamlelerinin iyi düşünülmüş adımlar mı yoksa Başbakan Netanyahu’nun can havliyle başvurduğu yöntemler mi olduğu bilinmiyor. Ancak Tahran yönetiminin Tel Aviv’in bu tavrına karşı benzer ölçüde büyük bir tepki vermesi yukarıda özetlenen davranış örgüleri düşünüldüğünde hala düşük ihtimal olarak görülmelidir.
Madalyonun diğer yanı ise İran için yönetmesi daha zor bir durumu gösteriyor. Tahran ülke içinde ABD yaptırımlarının ağırlaştırdığı ciddi siyasi, ekonomik krizlerle meşgul ve genellikle bütün sorunlara yanıt olarak ileri sürülen “en azından diğer bölge ülkeleri gibi değiliz, güvenliğimiz var” söylemlerine darbe vuran eylemlere yönelik edilgenlik giderek artan biçimde eleştiriliyor. İbrahim Reisi hükümeti ile birlikte yönetim aslında stratejik iç siyasi rezervlerini de tüketiyor ve her türlü sorunun günah keçisi olarak gösterdiği ılımlı-reformcu kesimlerin siyaset sahnesinden dışlanması iç manevra alanını iyice daraltıyor.
İran, İsrail’in uzlaşılmış angajman kurullarının çok ötesine geçen darbeleri karşısında sessiz kalmayı sürdürürse bu durumda meselenin bir tercih değil zorunluluk olduğu hususu daha çok dillendirilecek ve bunun İsrail’i teşvik eden bir etkisi olacak. Öte yandan son dönemde Husilerden gelen sert açıklamalar İran’ın ihtiyatlı yaklaşımının yakın müttefiklerince bile sorgulanmaya başladığını gösteriyor. 44 yıllık keskin sloganların şu anda değilse ne zaman hayata geçirileceği konusu devrim yorgunu İran içinde fazla önemli olmasa da ideolojik açıdan daha dinamik bölgesel müttefikler tarafından daha sık dile getiriliyor. Kısaca 40 katır mı 40 satır mı ikileminde bulunan Tahran’ın Netanyahu’nun son ataklarına nasıl cevap vereceği bölgenin geleceğinde belirleyici olacak. Eğer İran, uzun vadeli resmin faydasına olduğu kanısını sürdürürse saldırılara karşı alttan alıcı tavrını sürdürecek, intikam söylemlerini belirsiz bir geleceğe havale edecektir. Zira son tahlilde İran’daki karar alıcılar, İsrail ile kapsamlı bir çatışmanın çok kısa sürede iki taraflı konvansiyonel bir savaşın ötesine geçeceğinin farkındalar.
Dr. Hakkı Uygur