İsrail tarafından Filistin’de şiddetin tırmandırılması, bölge aktörleri arasında oluşmaya başlayan bu ılımlı havayı dağıtmaya yönelik bir politikadır. Dr. Necmettin Acar, İran-Suudi Arabistan yakınlaşması sonrasında İsrail’in tutumuna dair bir değerlendirmeyi, 3 soruda kaleme aldı.
Çin arabuluculuğunda gerçekleşen İran-Suudi uzlaşısı İsrail’i niçin rahatsız ediyor?
Orta Doğu’da son dönemde Türkiye-Mısır yakınlaşması, Suriye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerini normalleştirmesi ve en önemlisi de İran-Suudi Arabistan anlaşması gibi çok önemli gelişmeler yaşanıyor. İsrail’in bilinçli bir şekilde Filistin’de şiddetin dozunu artırması ve tarafları silahlı çatışmaya çekmesi ile bölgede yaşanan bu son gelişmeler arasında anlamlı bir ilişki var. Bölgedeki güvenlik mimarisinin yaşadığı köklü dönüşüm sonrası İran’ın bölgede nüfuzunu yayabileceği uygun bir atmosfer ortaya çıktı. İran’ın Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan gibi ülkelerde yürüttüğü vekalet savaşı ve nükleer silah programı, Körfez monarşilerinin ve İsrail’in algıladığı tehdidin örtüşmesiyle sonuçlandı. Tehdit algıları örtüşen Körfez ülkeleri ve İsrail arasında, İsrail’in liderlik ettiği İran karşıtı blok ortaya çıktı. Bu süreçte Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) İran’ı tecrit etmek için uyguladığı “maksimum baskı” politikası da oluşmaya başlayan İran karşıtı bloğa güçlü bir uluslararası destek sağladı. İşte bu atmosferde 2021 yılında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”, İsrail için önemli bir diplomatik zafer oldu. Arap ülkelerinin katılımıyla genişleyen İbrahim Anlaşmaları’na yakın gelecekte Suudi Arabistan’ın da katılım sağlayacağına yönelik beklentiler arttı.
Çin’in arabuluculuğunda Pekin’de imzalanan İran-Suudi Arabistan anlaşması, İsrail’in ABD desteğiyle kurmaya çalıştığı ve “İbrahim Anlaşmaları” ile önemli bir mesafe aldığı İran karşıtı blok projesini önemli ölçüde zayıflatarak bölgede İsrail’in diplomatik üstünlüğünü ortadan kaldırdı. İsrail düşmanlarının barıştığı bir siyasal atmosferde “İbrahim Anlaşmaları” ve İsrail’in İran karşıtı blok projesi önemli bir yara aldı. Özellikle 1979’dan beri kopuk olan İran-Mısır ilişkilerinin ve 2013’ten beri kopuk olan Türkiye-Mısır ilişkilerinin düzelme süreci, İran yerine İsrail’in bölgede tecrit edildiği bir sonuç üretecek. ran ve Suudi Arabistan arasında imzalanan anlaşma, eğer tam anlamıyla uygulanabilirse, İsrail’in mücavir coğrafyasındaki vekâlet savaşlarının hafifleyeceği, istikrasızlık ve iç savaşların bitebileceği bir siyasal atmosfer ortaya çıkacaktır. Anlaşmayla birlikte İran’a uygulanan “maksimum baskı”nın hafifleyecek olması, İran’ın Körfez bölgesinden yatırım çekerek ekonomik olarak toparlanacak olması ve bölgede azalan gerilimin ABD ve İsrail gibi “güvenlik sağlayıcı” aktörlere olan ihtiyacı azaltacak olması İsrail için meselenin sevimsiz sonuçlarıdır.
İsrail’in Orta Doğu’da arzuladığı bölgesel düzenin parametreleri nelerdir?
Kurulduğu günden beri sırtı Arap ve İslam dünyasına, yüzü Batı’ya dönük olan İsrail, varlığını ve istikrarını önemli ölçüde Batı’nın sınırsız askeri desteğine ve Arap dünyası içerisindeki ideolojik ve mezhepsel parçalanmalara borçludur. Bu yüzden bölgede birbirine rakip olan aktörler arasındaki ilişkilerin düzelmesi ve sınırsız ABD desteğinin azalması İsrail için varoluşsal bir tehdittir. Temelde İsrail, bölgedeki devletlerin İsrail’le boy ölçüşemeyecek kadar zayıf olduğu; bölgesel güçler arasında varoluşsal düşmanlıkların olduğu; Türkiye, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve İran gibi aktörlerin iç siyasetlerinde bölünmelerin yaşandığı; bölge genelinde yönetenler ile halk arasındaki uçurumun derinleştiği ve ABD’nin bölge güvenlik mimarisinin başat aktörü olduğu bir bölgesel düzeni tercih ediyor. Bölgesel düzlemde oluşan bu kaotik atmosfer, İsrail’in, başta Filistin’in Yahudileştirilmesi olmak üzere çeşitli revizyonist politikalar takip ederek jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmesine olanak sağlıyor. Tercih ettiği koşullar gerçekleştiğinde ise İsrail, nüfuzunu Kızıldeniz, Körfez, Mezopotamya, Kafkasya gibi çok geniş alanlara kadar yayabilme imkanı bulabiliyor.
Bu yüzden uzun yıllardır İsrail’in bölgeye dönük politikası bölgesel aktörlerin zayıflatılması, askeri ve ekonomik güç biriktirmelerinin engellenmesi, aktörler arası gerilimlerin provoke edilerek bölgesel çapta İsrail karşıtı blokların oluşumunun önlenmesi yönünde olmuştur. Irak’ın işgaline giden süreçte, İran ve Suriye’ye karşı yaptırım uygulanmasında, Mısır-İran ilişkilerinin kopuk olmasında ve Türkiye-Batı ilişkilerinin zayıflamasında İsrail’in önemli bir rolü vardır. İsrail’in son dönemde en çok yatırım yaptığı alan ise Şii dünyanın lider ülkesi İran ve Sünni dünyanın lider ülkesi Suudi Arabistan arasındaki gerilimdir. Her iki aktör arasındaki gerilim tırmanarak vekalet savaşına dönüştüğünde, bir taraftan bu ülkelerin verimli kaynakları silahlı çatışmalara akarken diğer taraftan ise Suriye, Lübnan, Bahreyn, Irak ve Yemen gibi ülkeler içeride derin bölünmeler yaşamaktadır.
Bölge siyasetinin radikalleşmesinde İsrail’in kazancı ne olacak?
İsrail, kurulduğu günden beri Orta Doğu siyasetini radikalleştirmeyi temel bir misyon olarak benimsemiştir. Bölge siyasetinin radikalleşmesinde Filistin’de tırmanan şiddetin önemli bir rolü vardır. Bunun en önemli sebebi tüm bölge halklarının Filistin meselesindeki yüksek duyarlılığıdır. Bölge siyasetinin radikalleşmesinin İsrail açısından üç kazanımı vardır. İlk olarak, İsrail’in maksadı bölgedeki yönetimlerle halk arasındaki uçurumu derinleştirmektir. Filistin’de şiddet tırmandığında ve Mescid-i Aksa’ya yönelik ihlaller arttığında bölge genelinde yoğun bir öfke patlaması ve protesto dalgası ortaya çıkmaktadır. Bu protestolar İsrail’e yönelik olsa da Müslüman toplumlar kendi yönetimlerini İsrail’e karşı caydırıcı politikalar uygulamaya zorluyor. Bazı yönetimlerin rejim güvenliği için İsrail ve Batı’ya yaslanmak zorunda olması ise bu yönetimlerin İsrail karşıtı adım atmasını imkansız kılıyor. Böylece Filistin’de şiddet her tırmandığında bölgedeki yönetimler üzerindeki kamuoyu baskısı artmış oluyor. İkinci olarak, İsrail Filistin’de şiddeti tırmandırarak Hamas, Hizbullah ve İslami Cihad Hareketi gibi aktörleri çatışma ortamına çekmektedir. İsrail’in periyodik olarak silahlı çatışmayı provoke etmesi bir taraftan Batı’da İsrail’in güvenliğine dair endişelerin artmasına yol açarak İsrail-Batı ittifakını perçinlerken diğer taraftan ise mezkur aktörlere destek sağlayan ve İsrail’in rakibi olan devletlere yönelik uluslararası baskıyı artırmaktadır. Son olarak ise Filistin’de tırmanan silahlı eylemler sayesinde İsrail, Filistin meselesini “güvenlikleştirmek” suretiyle, içerideki militarist yapıyı canlı tutarak ve bölünmeleri engelleyerek hem bölge sathında hem de Filistin genelinde düzenlediği askeri operasyonlara meşru gerekçeler üretmektedir.
İran-Suudi Arabistan uzlaşısı, İsrail’in tercih ettiği yoğun rekabet ve düşmanlıkların yaşandığı ve ABD’nin bölge güvenlik mimarisinin başat aktörü olduğu bölgesel düzen hayalini zayıflatacak sonuçlar doğuracaktır. İsrail tarafından Filistin’de şiddetin tırmandırılması, tıpkı 1990’lı yıllarda ortaya çıkan İran-Suudi uzlaşısının 2006 yılında gerçekleşen İsrail-Hizbullah savaşıyla son bulması gibi, bölge aktörleri arasında oluşmaya başlayan bu ılımlı havayı dağıtmaya yönelik bir politikadır.
Dr. Necmettin Acar
Mardin Artuklu Üniversitesi Öğretim Üyesi