Genel olarak Kuran-ı Kerim’i yakma eylemini bir provokasyon olarak değerlendiren Avrupa basını, özellikle Müslüman dünyasından ve bilhassa Türkiye’den gelen tepkileri aktarmakla iktifa etti. Mehmet Osman Gülyeşil, İsveç’te gerçekleşen Kur’an-ı Kerim yakma eylemini, tarihsel süreçte yaşanan benzeri olayları da ele alarak 3 soruda kaleme aldı.
Kur‘an yakma eylemi ve benzeri eylemler ne zamana dayanıyor?
Hz. Muhammed hakkında yapılan hakaret karikatürlerinde olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim mushafını yakma eylemlerinin Orta Çağa dayandığına dair kaynaklar var.
Endülüs’ün reconquista devresinden sonra Valencia ve Toledo‘da 1498-1500 arası, kilisenin talimatı doğrultusunda Kur’an-ı Kerim’in Arapça nüshaları yaktırılmış ve 16. yüzyılın ortalarında yayılmasına karşı resmi sansür uygulanmıştı. Dönemin Papası 7. Clemens‘in (1523-1534) benzer bir tavır sergilemesi ise tarihçiler arasında ihtilaflı bir meseledir. Yakın tarihte, 2010 yılında Terry Jones isimli papazın 11 Eylül tarihinde hayata geçirmek istediği “Uluslararası Kur’an‘ı yakma günü,“ yoğun protestolar neticesinde o an için iptal edilmişti. Kendisinin bundan iki sene sonra gerçekleştirdiği 3 bin adet mushafı yakma teşebbüsü ise izinsiz silah taşıdığı için yetkililer tarafından olay yeri olan kamusal bir parkta tutuklanmıştı. Ancak tabiri caizse artık cin şişeden çıkmıştı. Jones’un vermiş olduğu ilhamla Avrupalı bir çok siyasetçi ve aktivist son yıllarda Kur’an-ı Kerim’e karşı sistematik ve devamlı bir şekilde hakaret söylemleriyle ortaya çıktılar. İslam düşmanlığı üzerinden siyasi bir kariyer yapan Hollandalı Geert Wilders, Müslümanların kutsal kitabını yasaklatma hedefini 2016 yılında ortaya attıktan sonra, özellikle İsveçli Neo-Nazi Rasmus Paludan, 2020 yılında farklı ülkelerde Kur’an-ı Kerim’i kamusal alanda yakma eylemleri gerçekleştirmeye çalıştı. Fransa, Hollanda ve Almanya’dan sınır dışı edilen Paludan, provokatif hedefine geçtiğimiz hafta sonu İsveç’in başkenti Stockholm’ün Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği önünde yoğun bir polis korumasıyla ulaştı.
Kur‘an yakma eylemleri için cezai müeyyide var mı?
Bu tür fiiller uluslararası ceza hukuku alanına dahil olmadığı için, ülkelerin milli kanunlarını incelemek gerekli. Batı dünyasını esas alacak olursak dini değerleri koruyan ve eski tarifiyle Blasphemy Laws olarak anılan kanunlar, asırlardan beri birçok ülkede mevcuttur. 2017 yılında Danimarka, 334 sene boyunca ceza kanununda bulunan dini değerlere hakaret paragrafını kaldırma kararı aldı. Almanya’da ise Danimarka örneğinde olduğu gibi, benzer bir yasanın kanundan çıkarılması uzun zamandır tartışılıyor. Alman ceza kanununun 166. “dini inançlara hakaret“ maddesi ise tatbik noktasında etkisiz haldedir. Dine hakaret eylemleri sadece kamusal barışı (pax publique) tehdit ettiğine kanaat edilirse savcılık tarafından takip edilir ve mahkemeye intikal eder. İslamiyet’e karşı bir eylemi hakaret olarak kabul eden en son mahkeme kararı 2006 yılında verilmişti. Davanın sanığı tuvalet kağıdının üzerine “Koran, der heilige Qur’an“ yazısını bastırıp çeşitli camilere yolladığı ve farklı suçlardan sabıkalı olduğu için 1 yıl tecilli hapis cezasına mahkum edilmişti.
Genel olarak Kuran-ı Kerim’i yakma eylemini bir provokasyon olarak değerlendiren Avrupa basını özellikle Müslüman dünyasından ve bilhassa Türkiye’den gelen tepkileri aktarmakla iktifa etti. Ağırlık verilen diğer bir konu ise İsveç’in NATO üyeliğini zorlaştıracak bir kriz ortamının daha meydana gelmiş olmasıdır. Son yıllarda bu tür periyodik çıkışlara alışık olan sivil toplum ise bu eyleme sessiz kaldı. Müslüman kuruluşlar veya kilise cemaatleri ve sözcüleri bir kınama yayınlamadı. Bu durum, birkaç yıldır içinde bulunduğumuz küresel kriz ortamının vermiş olduğu yorgunluk ve dini değerlerin önemini gittikçe kaybetmesi ile açıklanabilir. Ancak Avrupa’daki Müslüman kuruluşların en azından bir basın açıklaması yapmamaları irrite edici bir durum.
Bu ve benzeri eylemlere karşı ne gibi adımlar atılabilir?
Görüldüğü gibi devletler arasında homojen bir ceza hukuk sisteminin olmaması, Kur’an-ı Kerim‘i yakma eylemlerine karşı izlenecek stratejilerin de zorluğunu ortaya koyuyor. İsveç gibi ülkelerde dini değerlere hakaret kanunen serbest. Almanya’da mevcut yasanın tatbikatı problemli. Fakat nihayetinde bu ülkelerin temelinde aynı sorun var: Batı toplumlarındaki süratli sekülerleşme temayülü, dinin mahiyetini iyice erozyona uğrattı. Sabit değerlerin kaybolmasıyla ve her şeyin izafi bir değerlendirmeye tabi tutulmasıyla birlikte din ve kültüre, özellikle ifade ve sanat özgürlüğü iddiasıyla, ünlü şair Johann Wolfgang von Goethe’den Katolik Kilisesi’ne kadar pek çok geleneksel kişi ve yapılara çok ağır hakaretler edilebiliyor. Kamusal alanda gerçekleşen vulgar iletişim türü toplumu da artık rahatsız etmediği için, geleneksel değerlerin içi boşaltıldı. Kanunlar da bu duruma müsaade ediyor. Bir ulusu arada tutabilecek ortak zeminin formülü ise artık “Anayasal Vatanseverlik“ gibi muğlak teorilerde aranıyor. Bu kanaate göre esas olan hürriyettir. Dinin korunması hususu ise toplumda karşılık bulmadığı gerekçesiyle asgari seviyeye indirilmiş durumda. Bu bağlamda uluslararası müesseselerin de sorumluluklarına değinmekte fayda var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AIHM) geçen yıl vermiş olduğu bir kararla (Bouton v. France) kamusal alandaki din ve vicdan hürriyetini sınırlayan çizgiye katıldı. 2013 yılında Paris’in meşhur La Madeleine kilisesinde, Eloïse Bouton isimli aktivist, cemaatinin önünde kendini mihrabın üzerinde teşhir ettikten sonra Hz. İsa’nın sözde kürtajını simgeleyen bir gösteri yapmıştı. Ona göre bu protestonun gayesi Katolik Kilisesi’nin kürtaja karşı olan duruşunu eleştirmekti. Para cezasına mahkum edilen Bouton’un ifade özgürlüğü, AIHM’in 2022 yılındaki değerlendirmesine göre haksız yere ihlal edilmiştir. Dinin korunması bu alanda da yok sayılmıştır. Ancak hukukun da kabul etmek zorunda kaldığı toplumsal dinamizm bize şunu gösteriyor: Auguste Comte‘un tahayyül ettiği nihai pozitivist veya dinin terk edilmesi ideali Batı’da gerçekleşmedi. Tam aksine 2000’li yıllardan beri “dinin geri dönüş“ tezi, bugün hiç olmadığı kadar güncel bir konudur. Özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçler ve genel olarak coğrafi değişim sonucunda dinin, seküler hukuki boyutta da daha geniş bir koruma alanına dahil edilmesi gerektiği görünüyor. Bugünün Batı ülkelerinde Müslümanlar kamusal hayatın bariz bir parçası haline gelmiştir ve hukukun normatif tatbikatı da buna göre uygulanmalıdır. Dolayısıyla devlet yetkilileri, İsveç Dışişleri Bakanı’nda olduğu gibi, kınama tweetleriyle görevlerini yerine getirmiş olmazlar. İnsanların dini değerlerini korumayan yetkililer bilmeli ki esnek yasa tatbikatıyla (mahkeme ve savcılar) veya kanunları kaldırma reformlarıyla (meclisler) İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmüş oluyorlar.
Mehmet Osman Gülyesil
Berlin Humboldt Üniversitesi Doktora Öğrencisi ve Öğretim Üyesi