İsrail, ABD ve Birleşik Krallık gibi aktörlerin Gazze üzerinden bölgesel manevraları ve çatışmayı daha geniş bir alana yayma arzuları Orta Doğu coğrafyasının siyasal yapısı açısından hayati riskler oluşturuyor. Dr. Mehmet Çelik, İsrail’in Gazze’ye saldırılarının bölgesel bir savaşa dönüşme ihtimaline karşı bölgesel ve küresel güçlerin Orta Doğu’da nasıl konumlandığını kaleme aldı.
Kökleri son yüzyılın başında ekilmiş bir problem olan İsrail meselesi, 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’in yaklaşık 75 yıllık işgalci politikalarına bir direniş tepkisi olarak gerçekleştirdiği saldırı ve sonrasında İsrail’in Gazze’de ortaya koyduğu sınırsız şiddet ve katliam ile tekrar uluslararası kamuoyunun en önemli gündem maddesi haline geldi.
Politikalarını Siyonist ideoloji üzerine temellendiren Tel Aviv hükümeti Gazze’yi “Filistinsizleştirme” üzerine bir hedef kuruyor gibi görünüyor. Bununla birlikte İsrail’in asıl amacı başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere Batılı devletlerin de desteğiyle, hem bütünsel olarak Filistin’i işgal etmek hem de Orta Doğu’da yeni bir kriz yaratmaktır. Zira 22 Eylül’de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu konuşması sırasında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun elinde tuttuğu haritanın, bu gelişmelerin işaret fişeği mahiyetinde olduğu söylenebilir.
Küresel ve bölgesel güçler Orta Doğu’da ne yapıyor?
Her ne kadar Tel Aviv’in askeri ve ekonomik gücü azımsanmayacak bir seviyede olsa dahi ABD ve diğer Batılı aktörlerin askeri, siyasi ve ekonomik desteği olmadan özellikle son aylarda ortaya koyulan ve her anlamda barbarca olan davranışları sergilemenin İsrail açısından bir hayli zor olduğunu belirtmek gerekiyor. Bununla birlikte, İsrail’in kendi hedeflerini gerçekleştirirken savaşı bölgesel alana taşıma çabası ve bu durumun bölgedeki diğer aktörler tarafından nasıl karşılandığının da değerlendirilmesi gerekiyor.
An itibarıyla bölgedeki en güçlü aktörlerden ABD, çatışmalara müdahil olarak bölge üzerindeki gücünü tekrar hissettirmeye çalışıyor. Diğer yandan ABD, Ukrayna ve Tayvan gibi kendisini doğrudan ilgilendiren çatışma ve çekişme bölgelerinde destek verdiği taraflara da bir mesaj vermeye çalışıyor.
Bu kapsamda, İsrail’e verilen güçlü askeri desteği ve bölgeye gönderilen savaş gemilerini bölgede doğrudan İran’a karşı bir adım olarak değerlendirmek gerekir. Eski ABD Başkanı Donald Trump döneminde bölgeden çekilme sonrası oluşan siyasi boşluk ve devamında bölge aktörlerinin kendi iradelerini ön planda tutarak attıkları normalleşme çabaları ABD’nin bölge üzerindeki etkisini de görece azalttı. Dolayısıyla, çatışmanın daha geniş bir alana yayılmasıyla ABD, istikrar olmayan bir bölgede gücünü tekrar tesis etmeye çalışacak.
Birleşik Krallık ise bu konuda ABD ile paralel ilerlerken, Orta Doğu’da hala etkili bir güç olduğunu kanıtlama ve küresel anlamda askeri profilini yükseltme çabası içerisinde. İç siyasette Rishi Sunak hükümetinin savunma bütçesini önemli ölçüde artırma çabasını ve uluslararası ticareti korumak için Kızıldeniz’de bulundukları söylemini bu çerçevede ele alabiliriz.
Avrupa Birliği (AB) devletlerinin ise savaşın daha geniş bir alana yayılmasını istedikleri söylenemez. Zira bölgedeki çatışmalara coğrafi yakınlık, bir AB devleti için hem ekonomik, hem siyasi hem de enerji alanlarında bir yük haline dönüşecektir. Her ne kadar İsrail’e söylemsel olarak destek verseler de İtalya, Fransa ve İspanya an itibarıyla bölgesel bir çatışma ihtimaline mesafeli.
Halihazırda Ukrayna’da savaşan Rusya ise her ne kadar Suriye’de yoğun bir mesaisi olmasa da bölgedeki varlığını sürdürmek ve özellikle de ABD ile doğrudan karşı karşıya gelmemek adına savaşın bölgeye yayılmasını istemiyor. Şimdiye kadar Filistin yanlısı bir söylem ortaya koyan Rusya, hem stratejik askeri adım bağlamında hem de söylem anlamında çatışmalara müdahale etmekten çekiniyor.
Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır gibi diğer aktörlerle birlikte Körfez yönetimleri de çatışmaların bir an önce sonlandırılması, insani ve askeri krizin son bulması için diplomatik çalışmalarda bulunuyor. Bu aktörler diğer bir yandan da Gazze’de akan kanın çok daha geniş bir bölgeye sıçramasından duydukları kaygıyı güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hemen her gün katıldığı bütün platformlarda bu kaygıyı yüksek sesle dile getirerek medyanın da dikkatini bölgeye yönlendirme çabasını da bu realite çerçevesinde ele almalıyız. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın da diplomatik temasları ve akabinde verdiği ilgili demeçler de yine diplomatik mücadeleye kanıt olarak sunulabilir.
Orta Doğu’da İran ve vekil güçleri
Öte yandan, İsrail’in Gazze işgalini İran için farklı bir çerçevede tartışmaya açmak daha doğru olur. İran bölgedeki etkisini artırmak amacıyla çatışmalara, bir devlet olarak doğrudan müdahale etmek yerine devlet dışı aktörlere verdiği vekaletle taraf oluyor. Daha önce Irak ve Suriye’de farklı Şii gruplara, Yemen’de Husilere, Lübnan’da Hizbullah’a destek veren İran; yakın bir geçmişten beri Filistin’de Hamas’a destek politikasını sürdürüyor.
İran için bu politika, bir yandan içerde güçlü bir rejim algısı, diğer yandan da bölge aktörlerine karşı ideolojik rekabet ve çatışma alanı oluşturuyor. Ayrıca İran bu sayede uluslararası alanda çatışma halinde olduğu İsrail ve ABD gibi aktörlere karşı pozisyon geliştiriyor. Dolayısıyla İran çatışmaların bölgeye yayılmasını kendini kanıtlama fırsatına dönüştürmek istiyor olabilir.
Şüphesiz İsrail, ABD ve Birleşik Krallık gibi aktörlerin Gazze üzerinden bölgesel manevraları ve çatışmayı daha geniş bir alana yayma arzuları Orta Doğu coğrafyasının siyasal yapısı açısından hayati riskler oluşturuyor. İran’ın da Pakistan ve Irak saldırıları gibi doğrudan veya Kızıldeniz’de Husiler üzerinden her ne kadar İsrail’in Filistin’e karşı saldırılarından dolayı olduğu söylense de ticari gemilere yaptığı saldırılar, bölgedeki ateşe benzin döküyor.
Özellikle ABD ve müttefiklerinin bölgeye yığdıkları savaş gemileri ve askeri güçlerini gösterme çabaları; çatışmayı Gazze’nin ötesine, Kızıldeniz’e yayarak krize uluslararası bir boyut kattı.
Sonuç olarak, Rusya-Ukrayna savaşı ile körüklenen küresel güç çatışmaları, 7 Ekim sonrasında hem İsrail üzerinden Orta Doğu bölgesinde, hem de ABD ve Birleşik Krallık üzerinden Kızıldeniz ve Babülmendep Boğazı’nda küresel anlamda siyasi, ekonomik ve askeri bir krize kapı araladı.
Krizin ticari ve ekonomik boyutları
ABD, Birleşik Krallık ve koalisyon güçlerinin Husilerle çatışmasıyla bölgeye yayılan kriz, enerji fiyatlarında yükselme ve tedarik zincirindeki aksaklıklarla birlikte maliyet artışlarına sebep oldu. Bu durum bölge ülkeleri ve özellikle Avrupa kıta devletleri açısından henüz düze çıkamamış enflasyon krizini daha da uzun vadeli bir soruna dönüştürebilir.
Çatışmalar, uluslararası taşımacılık şirketlerinin rotasını dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 12’sinin, Asya-Avrupa ticaretinin ise yaklaşık yüzde 40’nın geçtiği Kızıldeniz’den Afrika’nın güneyine doğru değiştirmeye zorladı. İran ise bir yandan ideolojik yaklaşımını Basra Körfezinden Kızıldeniz’e kadar yayarken, diğer bir yandan siyasi etki alanını ve uzun vadeli “direniş ekseni” stratejisini Husilere verdikleri askeri destekle daha da genişletme çabasında.
Yukarıda bahsi geçen ve çatışmalara taraf olan aktörlerin bütün bu jeopolitik hamlelerini göz önünde bulundurduğumuzda, yakın bir gelecekte bölgede istikrardan bahsetmek zor olacaktır. Gazze’de kalıcı bir ateşkesin oluşması ve özgür bir Filistin devletinin kurulması birçok dengeyi yeniden pozitif anlamda şekillendirebilir. Diğer taraftan Gazze’de insani dram devam ederken, ABD, İsrail ve İran’ın çatışma alanında doğrudan karşı karşıya gelmesi hem bölgesel hem de küresel açıdan mevcut krizleri daha da kalıcı bir hale sokacaktır.
Dr. Mehmet Çelik
Daily Sabah Yayın Koordinatörüdür ve Köşe Yazarıdır. Doktorasını Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkileri alanında yapan yazar, dış politika ve kalkınma yardımları üzerine çalışmalar yapmış olup, Türk dış politikası ve medya üzerine makaleler kaleme almaktadır.