Macron’un bu yaklaşımını Pax Americana’ya başkaldırı olarak nitelemek mümkün. Ama de Gaulle’den farklı olarak bu başkaldırıyı Fransa için değil, bu konuda hiçbir Avrupalı müttefikine danışmadan AB adına söylüyor. Akın Özçer, Macron’un “stratejik özerklik” yaklaşımını ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ele alan bir değerlendirmeyi, kaleme aldı.
Geçtiğimiz hafta Anayasa Konseyi tarafından onaylanan yeni emeklilik yasası nedeniyle aylardır süren sokak gösterileriyle sıkıntı yaşayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 6-7 Nisan’da gerçekleştirdiği Çin ziyareti sırasında dile getirdiği görüşlerle hem müttefiklerinin hem de Çin ve Kuzey Kore’nin tehditlerine karşı Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) kanatları altına sığınmış olan Tayvan ve Japonya gibi bölge ülkelerinin tepkilerine maruz kaldı. Macron’un Pekin’de dile getirdiği görüşler “Avrupa’nın stratejik özerkliği” olarak adlandırdığı ve özünde kendisinin ABD’nin Batı dünyası içindeki önderliğini sorgulayan ve bir tür “3. yol” arayışını ortaya koyan yaklaşımının sonucu. Macron bu yaklaşımını ilk kez dile getirmiyor. Anımsanacağı gibi, aynı yaklaşımla 2019 yılının sonlarına doğru NATO’nun beyin ölümünden söz etmiş; aradan geçen zaman içinde NATO’nun tam da aksine güçlenmesi sonucunu doğuran Ukrayna-Rusya savaşı patlak verince bu defa Putin’i ziyaret ederek taraflar arasında arabuluculuğa soyunmuş ve bunu da Moskova ile “stratejik diyalog” olarak adlandırmıştı.
Stratejik özerklik Pax Amerikana’ya başkaldırı mı?
Pekin’den dönerken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada da altını çizdiği gibi Eski Kıta’nın ABD’den özerkliği Macron için öncelikli bir başlık. Fransa için bu yaklaşımın kökenini 5. Cumhuriyet’in kurucusu General Charles de Gaulle dönemine kadar götürmek mümkün. Bilindiği gibi de Gaulle Fransa’yı 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından çıkarmış ve bu durum 2009’a kadar devam etmişti. Dolayısıyla Macron’un bu yaklaşımının bir dönem Fransa’da seçmen nezdinde olumlu bir referans olarak görülen “Gaulliste” nitelik taşıdığı söylenebilir. Washington Theodore Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne açıklık getiren “büyük sopa” (big stick) politikasını 2. Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’yı, hatta tüm dünyayı kapsayacak şekilde genişletmişti. Bu durum göz önüne alındığında, ABD’nin siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel alanlarda hegemonyasını yansıtan Pax Amerikana’nın aradan geçen bunca seneden sonra, birkaçı istisna, yeryüzündeki her ülkeyi olduğu gibi özellikle Eski Kıta’nın sömürgeci geçmişe sahip ülkelerini de rahatsız etmesini doğal karşılamak gerekir.
Emmanuel Macron, ABD’den siyasi özerkliği dile getirirken Tayvan örneğini vererek “En kötü şey, biz Avrupalıların bu konuda takipçi (suiviste) olmamız ve Amerika’nın ritmine ve Çin’in tepkisine ayak uydurmamız gerektiğini söylemek olur.” açıklaması yaptı. Konuşmasındaki siyasi özerklik kavramının söylemden ibaret olmadığını, ayrıca finanse edilmesi gerektiğini, bunun için kaynağa ve zamana gereksinim duyulduğunu belirten Macron şu noktaya da parmak bastı; “Bunu yapamazsak vasal olacağız ama yapabilirsek 3. kutup (3 eme pôle) olabiliriz.”
Kuşkusuz ki Macron’un bu yaklaşımını Pax Amerikana’ya başkaldırı olarak nitelemek mümkün. Ama de Gaulle’den farklı olarak bu başkaldırıyı Fransa için değil, bu konuda hiçbir Avrupalı müttefikine danışmadan Avrupa Birliği (AB) adına söylüyor. Her ne kadar cumhurbaşkanlığı dönemi sonrasında, Çin ziyareti esnasında kendisine eşlik eden AB Komisyonu Başkanı von der Leyen’in yerine hazırlandığına dair dedikodular varsa da Macron’un bu konuda belki ön aldığını düşünerek yaptığı bu girişimin de daha öncekiler gibi başarısız, en azından zamansız olduğuna kuşku yok.
Diplomatik alanda beklediğini alamadığı ziyaret
Macron, Çin ziyaretini Fransa’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyesi ve AB’nin lider ülkesi olarak Avrupa’yı arkasına alacak bir ziyaret olarak öngördü. AB Komisyonu Başkanı’nı kendisine eşlik etme daveti de bu niyetini yansıtıyordu. Ancak ziyaret, beklentisi açısından başarısız geçti ve ertesi gün France Info’da yayımlanan haberde altı çizildiği üzere imajı açısından da pahalıya mal oldu. France Info’nun görüşüne başvurduğu Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün (IFRI) bölge uzmanı Marc Julienne’e göre Çin’de hiçbir şey Macron’un beklentisini karşılamadı. Bunda gündemin başına Ukrayna-Rusya savaşı gibi boyunu aşan bir konuyu koyması kadar, 30 Mart’ta Pekin’de tepkilere yol açan Çin aleyhinde bir konuşma yapmış olan Ursula von der Leyen’in varlığı da rol aldı. 3. kutbun temsilcisi olduğunu öne süren Macron ne derse desin, ona eşlik eden von der Leyen Avrupa’nın gerçek sesi gibiydi. En azından Avrupa’nın Washington’dan Çin’i memnun edecek kadar özerk olmadığının somut göstergesi olarak algılandı.
Le Monde’un ziyaretin yol açtığı tepkileri konu alan 11 Nisan tarihli Washington kaynaklı haber-analizinde, Taipei’den gelen ilk değerlendirmede Elysée’nin bu konudaki tutumunun öncelikle Fransa ve Avrupa’nın Çin’le ilişkileri uğruna temel değerlerden vazgeçtiğini vurguladığının altı çizildi.
Haber-analizde, ABD cephesinden gelen Macron’un Rusya ve Çin’e karşı izlediği tutumunu zayıflık; ABD’nin Ukrayna politikasına yaklaşımını nankörlük olarak niteleyen tepkilere de yer verildi. Ancak çok daha önemli olan, adına konuştuğu Avrupa’dan gelen tepkilerdi kuşkusuz. Almanya’nın Atlantikçi yaklaşımıyla tanınan Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Milletvekili Norbert Röttgen, Macron’un Çin ziyaretini “Avrupa’nın diplomatik felaketi” olarak niteleyerek eleştiri dozunu yükseltti. Röttgen’e göre, ABD ile ortaklık yerine bu ülkeye karşıtlık olarak tanımladığı egemenlik konseptiyle Macron Avrupa’da yalnızlaştı.
Bu eleştirilere karşılık Elysée’den yapılan açıklamada Fransız tutumunun değişmediği, Paris’in Pekin ile Washington’a eşit mesafede olmadığı, ABD’nin müttefiki olduğu dile getirildi ancak bunun Washington’a bağlı olmak anlamına gelmediği de vurgulandı. Anlaşılan o ki zamanlaması iyi hesaplanmamış olduğu için Çin ziyaretiyle bir kez daha tepki çeken “stratejik özerklik” yaklaşımını sadece görevinin son döneminde bulunan Macron’a mal etmek çok da doğru değil. 4 yıldır yinelenen bu yaklaşımı, Fransa’nın son 50-60 yıllık siyasi tarihi dikkate alındığında, Fransız derin devletinin şimdilik uzak bir hedefi olarak bir köşeye not etmekte yarar var.
Akın Özçer