Vatikan, şiddeti meşru gören agresif ve acımasız Siyonist politikanın bir sonraki adımının Filistin topraklarındaki Hristiyan varlığını yok etmek olduğunun farkındadır. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Taşpınar, Papa Francis’in 7 Ekim sonrası İsrail’i terörle itham eden açıklamalarını kaleme aldı.
Papa Francis’in 2015’te Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile Batı Şeria’da buluşup Abbas’ı “barış meleği” olarak taltif etmesi ve ardından Filistin Devleti ile ikili anlaşmalar imzalaması, İsrail yönetimini rahatsız etmişti. Vatikan’ın 2 yıl öncesinde, yani 2013’te Filistin otoritesini resmen Filistin Devleti olarak tanımasıyla zaten var olan gergin ilişkiler daha da gerilmişti. Bunun üzerine bir de devletler arası anlaşmaların imzalanması ve ilk defa 19. yüzyılda Osmanlı döneminde yaşayan Filistinli 2 rahibenin azize ilan edilmesi, İsrail ile Vatikan arasındaki gerginliği had safhaya taşımıştı. Oysa, Vatikan-İsrail ilişkilerini takip eden araştırmacılara göre, bu durum aslında Avrupa ülkelerinin o yıllardaki Filistin ve İsrail yönetimleriyle olan ilişkileriyle ilgili bir durumdur.
Papa 12. Pius’tan Papa Francis’e
İsrail ise Vatikan’ın Filistin ile geliştirdiği resmi ilişkilerin hukukiliğini uluslararası hukuk açısından eleştirmek yerine konuyu her zamanki gibi bir şekilde Holokost’a getirdi. İsrail konuyu, İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’yı işgal eden Adolf Hitler’in Yahudiler’i öldürmesi karşısında Vatikan’ın sessiz kalmasıyla bağlantılı olarak ele almayı tercih etti. İsrail, yaptığı her uluslararası hukuku ihlal girişiminde Avrupa ülkelerine karşı takındığı tutumu Vatikan’a karşı da kullanıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Vatikan’ın başında dünyanın en yetkin diplomatı sayılan Papa 12. Pius bulunuyordu. 1939’da Papa 12. Pius adıyla papa olan Eugenio Pacelli, daha önce Vatikan adına hem Hitler hem de Benito Mussolini yönetimleriyle diplomatik ilişkileri yönetmekle görevliydi. Vatikan arşivlerinde yapılan yeni araştırmalar, durumun hiç de İsrail tarafından anlatıldığı şekilde gerçekleşmediğini gösteriyor.
Şayet günümüzde Papa Francis’in İsrail’e karşı geliştirmesi gereken politikanın ne olabileceği üzerinde durulacak olursa aslında Papa 12. Pius’un, Alman halkıyla yöneticilerine karşı politikasının ilham verici olabileceği söylenebilir. Pius, ABD’nin Avrupa yönünde yayılmacı politikalara sahip Sovyet Rusya ile uzun vadeli bir ittifak içine girmesine sıcak bakmamıştı. ABD’nin Almanya’ya karşı “her şeylerinden vazgeçmek ve hiçbir askeri güce sahip olmamak şartıyla teslim olana kadar savaşma” stratejisini doğru bulmuyordu. Zira, Papa 12. Pius’a göre bu, uzun vadede Rusya’nın sınır komşuları olan Avrupa için sonuçları vahim olacak bir stratejiydi.
Günümüzde Vatikan’ın daha önce hiç karşılaşmadığı bir durumla karşı karşıya kaldığı unutulmamalıdır. Bu, ABD’nin bütün alternatif girişimleri yok edecek şekilde daha ilk günden krize doğrudan müdahale etmesidir. Farklı alternatifleri yok sayarak ABD’nin Siyonist Evanjelik ideolojisine veya inancına uygun olarak Gazze olayına müdahil olması, başta Vatikan olmak üzere birçok ülkeyi şaşkınlık içinde bıraktı.
Bugün Vatikan, İkinci Dünya Savaşı’nda karşı karşıya kaldığı durumdan çok farklı bir uluslararası denklem ve güç dengesiyle karşı karşıyadır. Vatikan bu durumun aslında uzun vadede kendisini de yakından ilgilendiren bir pozisyon olduğunu çok iyi biliyor. Amerikan siyaseti ve diplomasisinin kendi ideolojik çıkarlarına uygun şekilde dizayn edildiğini fark eden İsrail, Siyonist Evanjelikler’in bu agresif politika yapma ve uygulama biçimlerinden azami şekilde istifade etmenin yoluna bakıyor. İsrail’deki çatışmacı ve aşırı Siyonist politik ideolojilerle yetişen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kendi liderliğinde aşırı dinci ve muhafazakarlarla koalisyon kurarak iktidarda olduğu bir dönemde, ABD’de iktidarda olan Evanjelikler’in sınırsız ve şartsız desteklerini kullanma fırsatını kaçırmadı. Böylece Netanyahu ve birçoğu Filistinliler’e karşı uyguladıkları ayrımcılık nedeniyle sabıkalı olan koalisyon ortakları, bu altın değerindeki konjonktürü kendi acımasız Filistin politikalarında kullanmayı tercih etti.
7 Ekim’in ardından
7 Ekim’de Gazze’de olayların patlak vermesinden sonra oluşan puslu ortamda medya ve iletişim marifetiyle İsrail’in “meşru müdafaa” hakkının konuşulduğu bir konjonktür oluştu. Böylece İsrail, “Gazze’yi ve Filistinliler’i yok etme” düşüncesini uygulamaya başladı. Netanyahu’nun Gazze’ye müdahalesinin, daha ilk günden “orantısız bir güç kullanımı” ile olacağı, yapılan 1 haftalık hazırlıklardan da anlaşılabiliyordu. Gazze’ye müdahale esnasında sivil, çocuk, yaşlı, kadın demeden ve herhangi bir ayrım yapmadan rastgele atılan bombalarla daha ilk günden niyetin suçluları cezalandırmak olmadığı ortaya çıktı.
Vatikan ilk günlerde Hamas’ın terör eylemlerini eleştirirken beraberinde İsrailli rehinelerin bırakılması gerektiği yönünde açıklamalar da yapıyordu. Ancak, durumun suçluları cezalandırmanın ötesinde bir imha politikasına dönüştüğünü gören dünya kamuoyu ve Vatikan, yapılanlar konusunda İsrail’i yaptığı müdahalelerde siviller ve suçsuzlar konusunda dikkat etmesi yönünde uyarılarda bulunsa da bu açıklamayla yetinmek durumunda kaldı. Zira Vatikan, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren dış politikasını Avrupa ülkeleriyle birlikte orkestra etme yönünde geliştirdi. Bu yüzden, başta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa’nın lokomotif ülkelerinin ABD’nin siyasi açıklamalarını takip ederek daha ilk günden tutumlarını açıkça “İsrail’e şartsız destek” yönünde açıklamaları, bir bakıma Vatikan’ın elini kolunu bağladı.
Bununla beraber, Vatikan’ın 1,5 milyara yakın müntesibi olan köklü bir Kilise’nin temsilciliğini ve sözcülüğünü yaptığı unutulmamalıdır. Özellikle, tarihte birçok badireler atlatmış bir organizasyon olarak Vatikan, her ne kadar politik olarak zor bir dönemden geçilse de İsrail’in sınır tanımaz tavrına bir tepki vermek durumunda kaldı. Bu yüzden Papa, önce 30 Kasım 2023’te İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ile yaptığı telefon konuşmasında “Teröre terörle karşılık vermek yasak” diyerek ilk tepkisini gösterdi. Ardından, 18 Aralık 2023’te Papa, halka açık yaptığı haftalık pazar konuşmasında, Gazze’de 2 Hristiyan kadının kiliseye girerken İsrailli nişancı askerlerce öldürüldüğünü hatırlatarak, “Evet, bu bir savaş; bu bir terörizmdir.” diyerek İsrail’i “terör taktiği kullanmakla” suçlama yönünde ilk açıklamasını yaptı.
Son olarak, Evanjelik Siyonist politikaların etkisindeki Amerika ve İngiltere hariç tutulacak olursa, Birleşmiş Milletler’deki (BM) ateşkes oylamasında Genel Kurul’daki mevcut devletlerin tamamının olumlu yönde oy kullanması, Vatikan’ın uluslararası kamuoyunun desteğini arkasında hissetmesi bakımından önemliydi. Papa Francis’in en son geleneksel Noel mesajını verirken “Gazze’de İsrail’in yürüttüğü askeri operasyonlara ve bunların masum sivil kurbanlar üzerindeki dehşet verici etkilerine son vermesi” çağrısında bulunması, dünya kamuoyunun bu desteğini hissetmesi sonucunda gerçekleşebildi.
Aslında Vatikan, İsrail’in Gazze’de Müslüman-Hristiyan ayrımı yapmadan, cami ve kiliseleri hedef alarak birer birer yok etmesinin ne anlama geldiğinin farkındadır. Vatikan, bu şiddeti meşru gören agresif ve acımasız Siyonist politikanın bir sonraki adımının Filistin topraklarındaki Hristiyan varlığını yok etmek olduğunun farkındadır.
Bu yüzden Papa Francis, zor zamanların papası olan halefi Papa 12’nci Pius’un uzun vadede barışa dayalı diplomatik anlayışına uygun olarak, dini karizmasını da kullanarak aynı zamanda bir Katolik olan ABD Başkanı Joe Biden üzerinde baskı oluşturmalıdır. Bu durum, her ne kadar şiddet yanlısı Evanjelik Siyonistler ile işgalci İsrailli Siyonist politikacılar istemese de hem İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış dünyada uluslararası hukuka olan güvenin yeniden tesisi için hem de bölgede ve Filistin’de yaşayan farklı din mensupları ve kültürlerinin ortak geleceğinin korunması bakımından kaçınılmaz görünüyor.
Prof. Dr. İsmail Taşpınar
Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi