Türkiye ortaya çıkan insani dram ve bölgesel çatışma riski sebebiyle İsrail’e karşı ticari ambargo uygulama ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) nezdinde süren soykırım davasına müdahil olma kararı aldı. Mersin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Buğra Sarı, 7 Ekim’den bu yana Türkiye’nin yürüttüğü Gazze politikasını kaleme aldı.
7 Ekim 2023’te Hamas tarafından gerçekleştirilen Aksa Tufanı operasyonunun ardından İsrail’in Gazze’de misilleme adı altında sivillere yönelik şiddet eylemleri büyük bir insanlık dramına yol açarak deyim yerindeyse soykırım fiiline dönüştü. İsrail’in havadan, karadan ve denizden saldırıları sonucu ekimden bu yana Gazze’de 34 bin 300’den fazla insan hayatını kaybetti ve 77 bin 200’den fazla insan yaralandı.[1] Hayatta kalan Gazzeliler ise hala temel yaşamsal ihtiyaçlarından dahi mahrum bırakılıyor ve göçe zorlanıyor.
Gazze’de yaşananlar insani boyutların yanı sıra İsrail-Filistin meselesinin de ötesine geçerek bölgesel ve küresel çapta önemli kırılmalara ve dönüşümlere yol açtı. Bu doğrultuda İsrail’in Gazze’de süren şiddet politikası uluslararası ölçekte barış ve güvenliği tehdit eden en önemli risklerden birisi haline geldi. Şüphesiz ortaya çıkan bu tablo Türkiye’nin İsrail ile ikili ilişkilerini ve bunun yanında bölgesel ve küresel dış politika planlarını gözden geçirmesini zorunlu kıldı.
Türkiye Yüzyılı’nda milli dış politika ve Gazze
Belirtmek gerekir ki, Türk dış politikası açısından beliren zorunluluk Türkiye Cumhurbaşkanlığı tarafından formüle edilen “Türkiye Yüzyılı” vizyonu çerçevesinde ortaya konan milli dış politika anlayışında bir değişiklik manası taşımıyor. Aksine Türkiye sadece benimsediği ilke ve prensipler doğrultusunda sahada uyguladığı diplomatik taktik ve manevraları revize etti. Zaten Türkiye Yüzyılı çerçevesinde yürürlüğe giren milli dış politika anlayışında dünya sahnesinde artan belirsizliklerinin, kırılganlıkların ve kriz alanlarının altı çizilerek Türkiye’nin çıkarları korunurken aynı zamanda sürdürülebilir barış ve kalkınmaya uygun koşulların oluşmasına katkıda bulunma misyonu çizildi. Böyle bir ortamda, Türk dış politikasında sahada ve masada güçlü bir dış politika izlenmesi amacıyla öngörü ve manevra kabiliyeti yüksek bir diplomasi icrası gerekliliği vurgulandı. Bu kapsamda Türk dış politikası aktif, donmuş ve potansiyel çatışmaların yaşandığı bölgesinde, bölgesel sahiplenme ve çözümlerini öne çıkararak çatışmaların barışçıl çözümü yolunu benimsedi. Bu yaklaşım, önemli insan kayıplarını, ekonomik yıkımı ve büyük ölçekli göç hareketlerini azaltarak bölgesel barış ve güvenliğe katkıda bulunmayı amaçlıyor.[2]
Türkiye buna uygun biçimde Aksa Tufanı’nın ardından ortaya çıkan süreçte bölgede sürdürülebilir bir barışın tesisi temeline oturan dış politikasıyla çözüme dair iki hususu öne çıkardı. Bunlardan birincisi ateşkesin sağlanması, insani yardımların Gazze’ye kesintisiz ulaşması, Filistinlilerin yerlerinden edilmelerinin engellenmesi ve gerilimin bölgesel çatışmaya dönüşmemesi yolunda çabalardır. İkincisi ise iki devletli bir çözüm doğrultusunda kalıcı barışın sağlanması yönünde girişimlerin yoğunlaştırılmasına, bölgesel sahiplenme ve garantörlük mekanizmasının tesisine yöneliktir.[3] Bu amaçla Türkiye, krizin ilk aşamasında taraflara itidal çağrısı yaptı ve ardından bölgesel ve küresel diplomasiyi aktif olarak kullanarak İsrail’in saldırılarını sınırlamaya çalıştı. Son aşamada ise Türkiye ortaya çıkan insani dram ve bölgesel çatışma riski sebebiyle İsrail’e karşı ticari ambargo uygulama ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) nezdinde süren soykırım davasına müdahil olma kararı aldı. Bu açıdan İsrail-Filistin meselesi özelinde Türkiye’nin bölgesindeki meseleleri sahiplenen ve çatışmaların barışçıl çözümü ilkesine uygun bir politika izlediği gözlemlenebilir.
Gelinen noktada, Türkiye Yüzyılı çerçevesinde uygulanan milli dış politika ilkeleri referans alındığında İsrail-Filistin meselesi özelinde Türk dış politikasında ilkesel manada bir süreklilik olduğunu, mevcut manevra ve taktik değişimlerinin ise bu ilkelere ulaşmak amacıyla ortaya çıkan bir revizyon anlamına geldiği söylenebilir.
7 Ekim sonrası Türkiye’nin Gazze politikasının seyri
7 Ekim Aksa Tufanı’yla başlayan ve İsrail’in insani felakete dönüşen şiddet politikasıyla devam eden sürecin başında Türkiye meselenin halli için gerek ikili gerek çok taraflı platformlarda çözüm odaklı girişimlere yöneldi. Bu doğrultuda taraflara itidal çağrısı yapan Türkiye İsrail’in şiddet seçeneğine yöneleceğinin anlaşılması üzerine İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya yönelik eleştirel bir söylem takındı.
Diğer taraftan, sahada kalıcı bir ateşkesin sağlanması ve sürdürülebilir bir barış sürecinin önünün açılması amacıyla Türkiye, Hamas’ın elindeki rehineleri serbest bırakması ve İsrail’in sivillere yönelik saldırılarının durması hususunda arabuluculuk rolünü gündeme getirdi. Ancak İsrail’in Gazze’ye kara harekatını şiddetli biçimde başlatmasıyla bu çabalar da sonuçsuz kaldı. Sürecin seyri içerisinde İsrail’in amacının 7 Ekim Aksa Tufanı’na cevap vermenin ötesinde Gazze’yi insansızlaştırmayı hedefleyen bir katliam politikası olduğunun anlaşılması üzerine Türkiye, durumun yaratacağı insani dram ve doğuracağı uluslararası barış güvenliği riskleri sebebiyle İsrail’e karşı tutumunu sertleştirdi.
Bunu yaparken, ihtilafların barışçıl yollardan çözümü ilkesine bağlı biçimde Türkiye, diplomatik, ticari ve hukuki araçları eşgüdüm halinde kullandı. Bu kapsamda, Türk büyükelçisi Tel Aviv’den geri çekildi, İsrail’le Mavi Marmara krizinin ardından girilen normalleşme süreci askıya alındı. Ayrıca, iki ülke arasında Doğu Akdeniz jeopolitiğini yakından ilgilendiren enerji işbirliği müzakereleri durduruldu. Bunların yanı sıra bölgesel ve küresel diplomasiyi devreye sokan Türkiye, gerek diğer devletlerle ikili ilişkileri gerek başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere uluslararası örgütler nezdinde faaliyetleriyle İsrail’in şiddet politikasını durdurmaya çalıştı.
Gelinen noktada Türkiye, İsrail üzerindeki baskıyı artırmak ve Filistin tarafı üzerindeki, özellikle Batılı ülkeler nezdindeki izolasyonu kırmayı amaçlayarak, 2006 yılında Filistin seçimlerini kazanmasına rağmen Filistin’i yönetme hakkı tanınmayan Hamas’ın terör örgütü olmadığını aksine bir ulusal kurtuluş hareketi olarak tanımlanması gerekliliğini dünyaya ilan etti. Ardından Türkiye, Ticaret Bakanlığı aracılığıyla İsrail’in şiddet yanlısı tutumu ve Gazze’de derinleşen insani dram nedeniyle İsrail ile olan tüm ticari ilişkilerin durdurulduğunu duyurdu. Böylece Türkiye kendi inisiyatifleri ile İsrail’e karşı bir zorlayıcı diplomasi tutumu takınarak İsrail’in şiddet politikasının önüne geçmeyi amaçlıyor.
Bu adımların tamamlayıcısı olarak İsrail’in uluslararası hukuk önünde baskılanması amacıyla Türkiye, UAD nezdinde de girişimlerde bulundu. Bu amaçla Türkiye, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail’in Gazze’deki eylemleriyle 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülüklerini ihlal ettiği iddiasıyla UAD’ye yaptığı başvuruyla başlayan davaya müdahil olma kararı aldı. Türkiye’nin bu kararla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) içerisinde söz konusu davaya müdahil olacak ilk ülke olması İslam dünyasında önemli bir sembolik anlam taşıyor. Bu noktada, Türkiye’nin İsrail-Filistin meselesi özelinde, Türkiye Yüzyılı vizyonuna uygun olarak daha adil bir dünya amacıyla barış, güvenlik, istikrar ve refahın temini ve etkili, kapsayıcı ve insanlığı kucaklayıcı bir uluslararası sistemin tesisi için çabalarını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
[1] “Gaza’s death toll suprasses 34,300 with no let-up with Israeli onslaught,” Anadolu Agency, 25.04.2024, https://www.aa.com.tr/en/middle-east/gaza-s-death-toll-surpasses-34-300-with-no-let-up-with-israeli-onslaught/3201992#.
[2] “Türkiye Yüzyılı’nda Milli Dış Politika,” Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, https://www.mfa.gov.tr/dis-politika-genel.tr.mfa.
[3] “Türkiye Yüzyılında Türk Dış Politikası,” Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, 2024, https://www.mfa.gov.tr/site_media/html/turkiye-yuzyili-nda-turk-dis-politikasi-2024-kitapcik.pdf.
Doç. Dr. Buğra Sarı
Mersin Üniversitesi Öğretim Üyesi