ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan’ı ve Irak’ı işgal ettiği, Türkiye’nin ise sadece terör örgütüyle mücadele şiarını ön plana çıkardığının altı çizilmeli. Doç. Dr. Murat Aslan, 1 Ekim terör saldırısının ardından Türkiye’nin terörle mücadele stratejisini, sorunlu alanları ve bölge ülkeleriyle ABD’nin tutarsız yaklaşımlarını kaleme aldı.
İçişleri Bakanlığına 1 Ekim 2023’te gerçekleştirilen ve teşebbüs seviyesinde kalan terör saldırısı, Türkiye’nin terörle mücadelesinde yeni bir sayfa açtı. Saldırının hemen sonrasında Türkiye, Irak ve Suriye’deki terörist hedeflere yönelik geniş çaplı harekat başlattı. Ancak bu süreç, Suriye söz konusu olduğunda Türk-Amerikan ilişkilerinin alışılagelmiş iniş ve çıkışlarını tekrar gün yüzüne çıkardı. Bu çerçeve, Türkiye’nin terörizmle mücadelesinde uyguladığı ve son gelişmeler ışığında güncellenmesi gereken stratejisini tekrar incelemeyi gerekli kılıyor.
Terör saldırısının mahiyeti
Terör saldırısının zamanlaması Türkiye’nin terörizme mukabelesinde önemli bir ayrıntı olarak ortaya çıktı. TBMM’nin açılış gününe denk gelen saldırı, halkın milli iradesine meydan okuma olarak algılandı. Zamanlama bağlamında, terör örgütünün eylemlerini önemli gün ve olaylara denk getirebileceği geleneksel bir terör eğilimi olsa da meclis iradesine yönelik bir saldırı Türkiye Cumhuriyeti açısından özel bir anlama sahip. Nitekim 15 Temmuz hain darbe girişiminde TBMM’nin FETÖ üyesi pilotlarca bombalanması aynı mantıkla ele alınmış ve darbe girişimi sonrasında Türkiye’yi ziyaret eden diğer devlet temsilcileri özellikle Meclis’e götürülmüştü.
Bu saldırının önemli bir yönü ise 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) New York ve Washington şehirlerinde El Kaide tarafından gerçekleştirilen terör saldırılarına benzerliğidir. İstiklal Caddesi’nde 13 Kasım 2022’de sivilleri hedef alan saldırıyla 1 Ekim saldırısı bir arada düşünüldüğünde, El Kaide ile PKK’nın terörist kimlikleri arasında bir farklılık olmadığı rahatlıkla ifade edilebilir. Hatırlatmak gerekirse El Kaide saldırılardan birisini New York’un dünyaca meşhur iş merkezine, diğerini ise devletin simgesi Pentagon’a yönelik gerçekleştirmişti. PKK’nın 40 yıllık terörist faaliyetleri bir yana 13 Kasım ve 1 Ekim saldırılarının nitelik bağlamında 11 Eylül’den pek farkı yok. O halde Türkiye’nin böyle saldırılara meşru müdafaa ekseninde cevap vermesi ve terör örgütünün Suriye ve Irak’ta halen imtiyazlı durumunun önüne geçilmesi uluslararası hukuktan ve teamüllerden doğan bir “hak”. Öte yandan ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan’ı ve Irak’ı işgal ettiği, Türkiye’nin ise sadece terör örgütüyle mücadele şiarını ön plana çıkardığının altı çizilmeli.
Türkiye’nin stratejisi
İstiklal Caddesi saldırısında olduğu gibi İçişleri Bakanlığına yapılan saldırının Suriye’de planlandığı ve teröristlerin bu ülkeden sızdığı anlaşılınca, Irak ve Suriye’deki terör hedeflerine karşı hava saldırıları düzenlendi. MİT’in ve Milli Savunma Bakanlığının (MSB) koordineli harekatlarında, terör örgütünün daha önce tespit edilen ve hedef veri tabanına dahil edilen “katalog” hedefleri imha edildi. Bu sürecin devam edeceği öngörülüyor. Türkiye’nin bir kara harekatından daha pragmatik bir yöntemi uygulamaya soktuğu anlaşılıyor.
Mevcut yöntemin 2 ayağı var. İlkinde, terör örgütünün psikolojisinin ve kendine güveninin yok edilmesi üzerine bir tasarım var. İkincisinde, örgütün bekasını endekslediği ABD, Rusya ve İran’a artık bel bağlayamayacağının açıkça gösterilmesi üzerine bir plan uygulanıyor. Bu çerçevede MİT tarafından “yüksek değerde hedeflere” yönelik nokta, MSB unsurlarınca bölge hedeflerine yönelik “ateşle taarruz” süreci yoğunlaşmış durumda. Zamanını ve yerini MİT’in ve MSB’nin seçtiği bu yöntemde, saldırı sonrasında kimin veya hangi hedefin etkisiz hale getirildiği net bir şekilde ifade ediliyor. Teröristlerin açıklamaktan sakındığı kayıplar Türk basınına servis edilince, örgüt yönetimince casus avı, “özeleştiri”, örgüt jargonuna göre “çözümleme” süreçleri başlatılıyor. Söz konusu süreç de örgütün hareket serbestisinin kısıtlanmasına neden oluyor.
Türkiye’nin siyasi ve askeri amaçları
Türkiye’nin “artan yoğunlukta ve uzun süreli basınç uygulamak” şeklinde özetlenebilecek yeni yönteminde siyasi ve askeri amaçları irdelemekte fayda var. Türkiye, kısa vadede 30 kilometre derinliğindeki uzanımı tüm hudut boyunca terör örgütünden temizlemek istiyor. Orta vadeli amaç ise terör örgütünün prestij ve öz güveninin sıfırlanması. Nitekim örgüt hem bölge halkına hem de kendine destek veren ülkelere “kapasite ve kabiliyet” sahibi olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Ancak Arap aşiretlerinin ayaklanması, MİT operasyonları ve 1 Ekim sonrasında başlatılan hava saldırılarıyla örgütün gerçek durumu ortaya çıktı. Dış destek olmadan ayakta kalamayacağı anlaşılan terör örgütü, ABD ve Rus askerlerinden medet ummaya başladı.
Örgüt mensuplarının Irak ve Suriye’de hareket serbestisinin kısıtlanmış olması, örgüt elebaşlarının kendini Irak’ta mağaralara “mahkum” etmesi, Suriye’deki örgüt elebaşının ise Amerikan üslerine sığınıyor olması gibi gerçekler aslında örgütün resmini veriyor. Nitekim her türlü tedbiri alsalar da terör örgütü mensupları kendilerini hedef olmaktan kurtaramıyor. Şüphesiz korku psikolojisine yol açan bu ruh hali hatalara ve tutarsızlıklara neden oluyor.
Aslında örgütün mevcut durumu Türkiye’nin uzun vadeli hedefine adım adım yaklaşıldığını haber veriyor. Terör örgütünün Irak’ta ve Suriye’de marjinalleşmesi ve örgütün tehdit seviyesinden risk düzeyine indirgenmesi amacı çerçevesinde Türkiye’nin uzun dönemli bir strateji uyguladığı ifade edilebilir. Bu kapsamda bölge ülkeleriyle iletişim, bölge halkına erişim ve uluslararası siyasetin kendine has dinamiklerini şekillendirme gibi gayretlerin yoğun icrasını görüyoruz.
Uzun vadeli sorunlu alanlar
Uzun vadeli stratejide sorunların da farkında olmak gerekiyor. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle iletişiminde halen sorunlar yaşandığı bir gerçek. Terör örgütünün Irak’ta hayat alanı bulması konusunda Irak tarafında tutarsızlıklar mevcut. Irak’ı yöneten Devlet İdaresi Koalisyonu Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Başkanı Bafel Talabani’nin güdümünde. Bafel Talabani ise aynı anda hem İran hem de ABD ile görüşüyor ve terör örgütü PKK’ya doğrudan destek veriyor. Bu yolla Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile rekabetinde başat olmaya çalışıyor. İran ile ilişkileri olan Talabani’ye ABD’nin müsamaha göstermesi ise soru işaretlerine yol açıyor.
Irak Hükümeti’nin Türk hududu yanında Kandil, Asos, Mahmur ve Sincar’da varlık gösteren terör örgütü PKK’yı topraklarından çıkaramaması sorgulanması gereken bir diğer konu. Irak’ta faaliyet gösteren İranlı Kürt ayrılıkçıların İran hududundan uzaklaştırılması konusunda yaşanan süreç biraz ilginç. İran’ın 19 Eylül 2023’e kadar süre vererek askeri operasyon tehdidinde bulunmasıyla Irak hükümeti hareketlendi ve soruna çözüm buluverdi. Bu unsurlar İran hududundan uzaklaştırıldı. PKK söz konusu olduğunda aynı Irak hükümeti kapasite eksikliğinden bahsediyor ve askeri operasyonlar nedeniyle Türkiye’ye tepki gösteriyor. Öte yandan Kalkınma Yolu Projesi’yle Basra-Bağdat-Musul hattını Türk demir yolu ve kara yolu ağına bağlamayı planlayan Irak hükümeti, PKK’nın bu projeye tehdit teşkil etmeyeceği varsayımıyla hareket ediyor. Bu konu da Irak için ikinci çelişki.
Suriye’deki PKK yapılanması ele alındığında resim pek farklı değil. PKK’nın PYD, YPG, SDF gibi kısaltmalara teşmil edilen Suriye varlığı, bu ülkede rekabet halindeki tüm aktörlerin uzlaşı noktası. İran ve Rusya ile derin işbirliği olan PKK’nın ABD tarafından desteklenmesini izah etmek zor. Türkiye’nin 1 Ekim saldırıları sonrasında Suriye’deki PKK hedeflerine yönelik harekatına ilginç bir tarzda Rusya veya İran gerçeğine rağmen ABD angajman kurallarına aykırı bir tepki verdi. ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığının çocuksu mesajı ise ABD’nin devlet mekanizmasındaki hiyerarşiyi sorgulatıyor. Askerin sivil yönetime tabi olduğu argümanını gururla seslendiren ve demokrasi ölçütü olarak sunan ABD’de, Merkez Kuvvetler Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarını tepeleyip bir müttefik aleyhine ve terör örgütü lehine açıklama yayımlayabiliyor. İlginç olan, korunan örgütün Rusya ve İran ile de “içli dışlı” olması.
O halde ABD’ye, PKK’nın Suriye’deki varlığına yönelik küçük bir eleştirinin yöneltilmesi gerekiyor.
Deyrizor’da ve Münbiç’te Arap aşiretlerin PKK uzantılarına karşı ayaklanmasıyla PKK’ya karşı bölge halkının tavrı net bir şekilde görüldü. Suriye’de halka enjekte edilen ve sosyal temeli olmayan bir güvenlik sisteminin yürümeyeceği anlaşıldı. Diğer bir tabirle terör örgütü PKK’nın bölge halkınca reddedildiği ve PKK’nın Suriye değirmenine taşınan “kanlı bir el” olduğu ortaya çıktı. PKK’nın Suriyeli Kürtleri zorla silah altına alması, vergi adı altında haraç toplaması ve uyuşturucu-petrol ticareti gibi kabullenilemeyecek faaliyetlerine de değinmek gerekiyor. ABD, Suriyeli Kürtlerin bu şikayetlerini görmezden geliyor ve Haseke’den yükselen “anne-baba” sesleriyle pek ilgilenmiyor. Üstelik, Türkiye’nin 1 Ekim terör saldırısı sonrasında başlattığı operasyonlara karşı da tavır alınıyor. 11 Eylül saldırılarından sonra 2 ülkeyi işgal eden ve 42 ülkenin sınırlarını değiştirme planı yapan ABD, Türkiye’nin 40 yıllık terör problemini ve 44 bin can kaybını görmezden geliyor.
O halde sormak gerekiyor: ABD’nin PKK ile Irak ve Suriye’de gerçekleştirmeye çalıştığı proje nedir?
Irak ve Suriye yanında İsrail’de Hamas’ın 7 Ekim saldırısının da PKK ile benzerlik kurarak ele alınmasında fayda var. Hamas, ABD ve Avrupalı devletler tarafından terörist olarak tanınıyor. Hamas’ın saldırılarına karşı “İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu” ifade eden bu ülkeler, PKK söz konusu olduğunda sessiz kalmak bir yana “hami” gibi davranıyor. Nitekim PKK’lı teröristlerin Avrupa başkentlerinde “ödüllere” layık görülmesi, Washington’da PKK’nın Kürt Barış Enstitüsü adıyla örgütlenmesi, PKK ve uzantısı olan örgütlerin “dokunulmazlığı” Batı’nın çifte standardını ispatlıyor.
Irak ve Suriye’deki söz konusu resim ele alındığında Türkiye’nin “akıllı” bir terörle mücadele stratejisine yöneldiği, terör örgütüne bilinçli ve koordineli bir baskı uyguladığı, zamanın ve şartların gereklerine göre eylem dizilerini alternatif planlar üzerinden tasarladığı görülüyor. Bir yandan askeri ve istihbari, diğer yandan siyasi ve diplomatik girişimlerin yoğunlaştığı şu günlerde Türkiye’nin sabır taşı çatlamış halde. O halde, Türkiye PKK veya diğer terör örgütlerinin tehdidine karşı pes etmeyecek; gerekeni, gerektiği kadar ve gereken zamanda yapacak.
Doç. Dr. Murat Aslan
Hasan Kalyoncu Üniversitesi Öğretim Üyesi ve SETA Kıdemli Araştırmacısı