Hiroşima ve Nagazaki’deki saldırıların yarattığı tehdit algısı ve Batı Blokuyla Doğu Bloku ülkeleri arasındaki rekabet, nükleer silahlanma sürecini tetikleyen bir kırılmaya neden oldu. Mesut Özcan, İkinci Dünya Savaşı’nın noktalanmasında büyük etken olan atom bombasının geçmişini, Hiroşima ve Nagazaki saldırılarını ve nükleer silahlanmanın uluslararası güç dengesini nasıl değiştirdiğini kaleme aldı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’ye saldırıları tarihe en önemli kırılmalardan biri olarak geçti. Tarihte ilk defa atom bombasının kullanıldığı saldırılarda 100 binlerce insan hayatını kaybederken söz konusu yıkım, etkileri bugün dahi devam eden nükleer silahlanmaya giden sürecin kapılarını açtı.
20’nci yüzyılın dünya siyasetini ele alan çalışmaların birçoğu iki belirleyici unsura dikkati çeker. Bunlardan birincisi hem Avrupa hem de Pasifik’te büyük bir yıkıma neden olan dünya savaşları, bir diğeriyse atom bombasının yarattığı yıkımla başlayan nükleer silahlanmanın merkezinde yer aldığı rekabetin kalıcı hale gelmesidir.
2’nci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı dönemde Batı’daki özellikle de ABD’deki bilim dünyasını endişelendiren temel unsur, yıkıcı ve bir o kadar da ölümcül olabilecek bir silahın Nazi Almanya’sı tarafından geliştirilmesiydi. İlk defa 1930’lu yılların başında gündeme gelen ve 1938 yılında Alman kimyagerler Otto Hahn ve Fritz Strassmann tarafından yapılan araştırmalar sonucunda uranyumda nükleer fisyon keşfedildi. Bu gelişme, atom bombasının geliştirilebileceğine dair olasılıkları da gündeme getirdi.
Manhattan Projesi ve Hiroşima’ya saldırı
Bu dönemde ABD’ye gelen Macar asıllı bilim adamı Leo Szilard’ın nötron güdümlü füzyonların nükleer bombalar için enerji sağlayabileceğine dair araştırması tartışmaları ileri bir aşamaya taşıdı. Szilard’ın araştırmaları doğal uranyumla bir zincirleme reaksiyonun mümkün olabileceğini ve böylece yıkıcılığa sahip bir bombanın yapılabileceğini gösteriyordu. Nazi Almanyası’nın böylesine bir deneyi yapmasının yaratabileceği riskin farkında olan Szilard ve Wigner’in girişimleriyle, ilerleyen yıllarda “Einstein-Szilard mektubu” olarak anılacak bir mektupla söz konusu endişeler ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’le paylaşıldı.
Bu dönemde oluşturulan komitenin “uranyumun en büyük yıkıcılığa sahip bombanın üretilmesine kaynaklık edebileceği” yönündeki raporu ABD’de yeni bir projenin başlangıcına da kaynaklık edecekti. 1942’de Roosevelt’in verdiği destek ve İngiltere ile Kanada’nın işbirliği sayesinde ABD Ordusu bünyesinde Tümgeneral Leslie Groves’in yönetiminde Manhattan Projesi başlatıldı. Temel amacı ilk atom bombasının tasarımını sağlamak ve düşman faaliyetlerini izlemek olan Manhattan Projesinin başında California Teknoloji Enstitüsü’nde görev yapan ve Amerikan fizik ekolünün kurucu isimlerinden olan Robert Oppenheimer yer alıyordu. Onun liderliğinde yapılan çalışmalarda uranyumun zenginleştirilmesi sonucunda 2 tür atom bombası geliştirildi.
Temmuz 1945’te New Mexico’da gerçekleştirilen ilk deneyi takip eden üç haftanın ardından ABD, 6 Ağustos 1945’te Enola Gay adlı bombardıman uçağından Hiroşima’ya ilk atom bombası saldırısını gerçekleştirdi. “Little Boy” adlı bomba şehrin yüzde 70’ini yok ederken, ilk saldırıdan 3 gün sonra bu defa “Fat Man” adlı bombayla Nagazaki hedef alındı. 100 binlerce insanın hayatını kaybettiği tarihteki ilk ve tek atom bombası saldırısı, İkinci Dünya Savaşı’nın kırılma noktası oldu. Japonya koşulsuz şartsız teslim olmak zorunda kaldı.
Yeniden şekillenen uluslararası güç dengesi
İngiltere’nin başını çektiği Avrupa ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan yıpranmış ve güç kaybetmiş bir şekilde çıkmasının yanı sıra Alman ve Japon tehdidinin de ortadan kalkmasıyla birlikte uluslararası güç dengesi yeniden şekillenmeye başladı. 20’nci yüzyılın başından itibaren küresel siyasetteki etkinliğini artıran ve her iki dünya savaşının sonucunu belirleyen bir aktör haline gelen ABD’nin yanı sıra, Sovyetler Birliği de savaş sonrası düzenin en önemli aktörüne dönüşmeye başladı. Böyle bir ortamda ABD yönetimi hem sahip olduğu ekonomik ve askeri kapasiteyle hem de İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunu ilan eden yıkıcı özellikli atom bombasına sahip olması nedeniyle Sovyetler Birliği’nden ayrışabiliyordu. Ancak 2’nci Dünya Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan işaretler yeni rekabetin Washington-Moskova hattında yaşanacağını gösteriyordu.
ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki saldırılarından sonra Birleşmiş Milletler’in (BM) nükleer silahların ortadan kaldırılmasına yönelik çağrılarına rağmen Washington yönetimi atomik silah denemelerini ve araştırmalarını sürdürmeye devam etti. Atom bombası sayesinde güç dengesi ile ilgili parametrelerin Washington’dan yana şekillenmiş olması ve bunun yarattığı güvenlik ikilemi Moskova’yı da karşı hamlede bulunmaya itti. Nitekim Sovyetler Birliği 29 Ağustos 1949’da “İlk Şimşek” isimli bir bomba denemesi yaptı. Böylece Soğuk Savaş döneminin işaretlerinin baş gösterdiği bir dönemde hem Washington hem de Moskova birer nükleer güç olma yolunda önemli bir avantaj yakaladı.
Atom bombası ve hidrojen bombasının farkı
1952 yılına geldiğinde ise ABD, Marshall Adaları’nda Ivy Mike olarak bilinen ilk hidrojen bombasının denemesini yaptı. Böylece Washington yönetimi 1942 yılından bu yana sürdürdüğü nükleer programı sayesinde daha yıkıcı etkileri olan yeni bir bomba geliştirmiş oldu.
Atom bombasından 500 kat daha güçlü olan hidrojen bombası, zaman zaman atom bombasıyla aynı mantık çerçevesinde ele alınıyor. Ancak ABD’nin Hiroşima’da kullandığı Little Boy, uranyum-235’ten yapıldı ve zincirleme reaksiyonla birlikte ortaya çıkan enerjinin çekirdeği ateşlediği bir sisteme dayanıyor. Nagazaki’de kullanılan Fat Man’in çekirdeğinde ise plütonyum-239 bulunuyor ve Little Boy gibi zincirleme reaksiyonla ortaya çıkan enerji sayesinde ateşleniyor. Başka bir ifadeyle tarihte kullanılan ilk atom bombaları, atomları parçalama süreci olarak bilinen nükleer füzyon mantığı ile çalışır.
“Hidrojen bombası ise daha karmaşıktır. Termonükleer bombalar olarak da bilinen hidrojen bombalarının çalışma şekli nükleer fisyon ve nükleer füzyon tepkimesi denilen 2 aşamanın sonucunda gerçekleşir. Nükleer fisyonda, uranyum veya plütonyum gibi elementler parçalanarak bir zincirleme reaksiyon yaratırken, nükleer füzyon tepkimesinde ise birden fazla atom çekirdeğinin bir araya gelerek birleşmesi sonucu daha ağır bir atom oluşturulur. Böylece daha büyük bir enerjinin oluşmasını tetikler. Yani fisyon bombası daha küçük atomları büyük parçalar haline getirir. Böylece patlamanın etkisi de artar.”
1952’de Ivy Mike hidrojen bombasını geliştiren ABD’nin ardından aynı yıl İngiltere de ilk nükleer denemelerini başlattı. ABD, 1954 yılında ise 15 megatonluk bir kuvvette patlayabilen Castle Bravo isimli hidrojen bombasını denedi. 1960 yılında Fransa’nın Sahra Çölü’nde ilk atom bombasını denemesinin ardından, Sovyetler Birliği de 1961 yılında tarihin en büyük hidrojen bombası (50 megaton) olarak bilinen Çar Bombası’nı denedi. Söz konusu hidrojen bombası, Hiroşima’daki atom bombasından 3 bin 333 kat daha büyük bir etkiye sahipti.
Tehdit algısı ve nükleer silahlanma
Bu gelişmelerin de gösterdiği gibi Hiroşima ve Nagazaki’deki saldırıların yarattığı tehdit algısı ve Batı Blokuyla Doğu Bloku ülkeleri arasındaki rekabet, nükleer silahlanma sürecini tetikleyen bir kırılmaya neden oldu. Nitekim nükleer silahların elde edilmesi, devletlerin güç ve kapasiteleri üzerinde doğrudan bir etkiye sebep olduğu gibi güvenlik ikilemine de sebep oldu. 2 kutuplu sistemde devletlerin algıladığı tehdit seviyesi silahlanma yarışını ve özellikle nükleer silahlanmayı artırdı.
Washington’ın 1946’da sahip olduğu atom bombası ve 1952’de geliştirdiği hidrojen bombasıyla bozulan güç dengesi, Moskova’nın 1949’da başlayan testleriyle yanıt buldu. Başka bir ifadeyle, muhataplarının elindeki silahları ve imkanları nasıl kullanacağından emin olamayan bu sebeple de güvenlik ikilemi yaşayan rakipler, ya benzer şekilde nükleer programa yöneldi ya da ittifaklara dahil olarak kendi güvenliğini sağlamaya odaklandı. Nihayetinde nükleer silahlanma rekabeti sadece bu iki devletle sınırlı kalmadı ve adeta domino etkisine yol açtı. ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) yanı sıra İngiltere, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore gibi ülkeler de zaman içerisinde nükleer silah geliştirdi.
Realist kuramcılara göre nükleer silahlar, güvenlik ve tehdit bağlamında rakipler için risk oluşturduğu kadar olası bir çatışmanın ortaya çıkardığı ağır maliyetler göz önüne alındığında Küba Füze Krizi örneğinde olduğu gibi devletleri çatışmaktan kaçınmaya zorluyor ve caydırıcılık açısından da önemli rol oynuyor. Öte yandan, nükleer silahların oluşturduğu risk hem Soğuk Savaş döneminde hem de günümüzde devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel sistemin görece kırılgan olduğu bir ortamda Washington’ın nükleer silaha sahip olmasının yol açtığı riskler, SSCB açısından nükleer silaha sahip olmayı stratejik bir amaca dönüştürmüştü. Nitekim, BM’nin nükleer çalışmaların sona erdirilmesine yönelik çağrıları ve sonrasında nükleer silahların yasaklanmasına yönelik imzalanan anlaşmalar da bu riski minimize etmedi. Soğuk Savaş dönemi parametreleri zayıflasa da nükleer silahlar hala ciddi bir risk olmaya devam ediyor. Ukrayna-Rusya savaşında Moskova’nın nükleer saldırı senaryolarını gündeme taşıması söz konusu riskin hala devam ettiğini gösteriyor.
Mesut Özcan
Sakarya Üniversitesi Doktora Öğrencisi